Üç sene kâfî gelir "Şâh Abdurrahîm" idi babasının adı da. Ölüm hastalığına yakalandı sonunda. Komşular haber alıp, ziyârete geldiler. Onu çok hasta görüp, tesellî eylediler. Henüz "Beş" yaşındaydı "Alâüddîn" o günde. Diz çökmüş otururdu babasının önünde. Gelenler dediler ki: "Alâüddîn duâ et. Hak teâlâ babana, versin sıhhat, âfiyet." Cevâbında dedi ki: "Peki edeyim, fakat, Şu anda ona duâ, sağlamaz bir menfaat. Zîrâ Resûlullahı görürüm ki âşikâr, Bir Cennetin içinde, babamı bekliyorlar. Melekler, ellerinde Cennet elbiseleri, Buraya gelirler ki, götürsünler pederi." Vaktâ ki "Alâüddîn" onlara dedi bunu, Babası "Allah!" deyip, teslîm etti rûhunu. O da vefât ederek, göçünce bu dünyâdan, Bir "maddî sıkıntı"ya girdiler hepsi o an. Annesi, gâyet asîl bir hanım efendiydi. Yine sıkıntısını, kimseye bildirmedi. Alâüddîn o günler, sâdece "Su" içerek, Üç beş günde bir defâ, "Bir lokma" yerdi yemek. Lâkin fenâ olmuştu bir gün "Açlık" hissinden. Yemek için, bir şeyler istedi annesinden. Evde ise, pişecek yok idi hiçbir şeyi. Su doldurup, ateşe oturttu tencereyi. "Yemek pişirir" gibi göründü artık ona. Zîrâ bir şey yoktu ki, yedirsin bu oğluna. Bekledi Alâüddîn, öğleden akşama dek. Sordu ki: "Anneciğim, pişmedi mi o yemek?" O "Pişmedi" deyince, gelip kapağı açtı. Zîrâ hiç tahammülü yok idi, hayli açtı. Kapağı açar açmaz, kavuştu bir sevince. Bağırdı: "Anneciğim, pilav pişmiş iyice!" O da gelip görünce, daha arttı hayreti. Anladı ki bu dahî, oğlunun kerâmeti. Zâten hârikulâde halleri çoktu onun. "Büyük zât" olacağı belliydi bu oğlunun. Düşündü ki: "Bunu ben, âbime götüreyim. Yetiştirmesi için, ona teslîm edeyim." "Ferîdüddîn Genc Şeker" idi ki âbisi de, Oğlu Alâüddîn'i, götürdü kendisine. O dahî görür görmez kardeşinin oğlunu, Farketti alnındaki o "Büyüklük nûru"nu. Sevinip, buyurdu ki hemen hemşîresine: "Üç sene kâfî gelir bunun yetişmesine." Dayısının yanında, üç senede nihâyet, Tamâmiyle yetişip, aldı mutlak icâzet.