Kabr-i şerîfi İstanbul-Unkapanı'nda bulunan Seyyid Ahmed Şevki Nakşibendî hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine: Hak teâlâ Habîbini düşmanlarının şerrinden koruyordu. Kureyş müşrikleri ne kadar öldürmeye kalkmışlarsa da, akamete uğramışlardı her defasında. Mugîreoğullarından biri de kalkıştı bu işe. Gizli gizli tâkib edip bir gün tenhada buldu Efendimizi. Arkasından sessizce yaklaştı. Tam üstüne atılacaktı ki, birden karardı ortalık. Zifiri karanlık oldu her yer. Aslında karanlık filân yoktu. Ama onun kara gönlü gibi gözleri de kararmıştı. Efendimizin sesini duyuyor, ama göremiyordu kendisini. Çünkü gözleri görmüyordu artık. Kör olmuştu!.. Ateş çukuru! "Huneyn günü"nde de Şeybe bin Osmân henüz îman etmemiş olup, büyük düşmandı Efendimize. Müşrik saflarında müminlere karşı dövüşüyor, özellikle de Resûlullahı gözetliyordu hep. Nihâyet fırsatını bulup, yaklaştı arkasından. Yanında Eshâbtan kimsecikler de yoktu o an için. - "Tamam!" dedi içinden, "Şimdi işini bitireceğim!" Arkasından sessizce yaklaşıp, kaldırdı kılıcını. Tam savuracaktı ki, hızla uzaklaştı oradan. Çünkü bir "ateş çukuru" belirmişti önünde. Bir adım atacak olsaydı içine düşecekti. O kaçadursun, Efendimiz merhamet edip, çağırdılar onu. - Yâ Şeybe! Yanıma gel! Bu ulvî dâvete icabet etmemek elinde değildi. Mıknatıs gibi çekildi. Az önce öldürmek için yaklaştığı şahsa, şimdi köle gibi yaklaşıyordu âdeta. Sevmişti çünkü. Hattâ âşık olmuştu. Efendimiz, mübarek elini sevgiyle omuzuna koyup; - Haydi, sen de bizim safta savaş! buyurdular. - Emredersin yâ Resûlallah! dedi ve kılıcını kaldırıp saldırdı kâfirlere. Çünkü o, bir "Sahâbî" idi artık. Resûlullahla omuz omuza çarpışıyordu. Öyle kararlıydı ki; - Önüme babam çıksa, öldürürüm, diyordu.