"Bizim işimiz başkadır"

A -
A +

Ubeydullah-ı Ahrâr Bu büyük zât, ekseri giderdi sultânlara. Çok tesirli olurdu, nasîhati onlara. Üstlerinde nüfûzu öyle çoktu ki onun, Cihân pâdişâhları, eğmişti ona boyun. Ve hattâ kendisi de, buyurdu ki bir sefer: (Talebe yetiştirmek isteseydim ben eğer, Hocalar, tek talebe bulamazdı bir yerde. Lâkin başka vazîfe verildi bizlere de. "Zâlimlerin şerrinden, mü'minleri korumak. Dîni kuvvetlendirip, islâmiyyeti yaymak". Bize, bu vazîfeler verilmiştir ki şu an, Bunu te'mîn etmeye çalışırız durmadan.) Buyurdu: (Allah bize, verdi ki öyle tesir, İstesem, "Çin sultânı" olurdu bana esir. "İlâhlık" dâvâ eden, o çok mağrur Melik'i, Öyle tesir altında bırakabilirim ki, Sultânlığı bırakıp, olurdu bana âşık. Ve koşardı kapıma, yalın ayak, baş açık. Böyle bir tasarrufa sâhipsek de, yine biz, Bu babta, Rabbimizin takdîrini bekleriz. Onun irâdesine, tam rızâ göstererek, Ona boyun eğeriz, edebi gözeterek.) Semerkant'ta o zaman, "Mirzâ Abdullah" diye, Bir sultân var idi ki, gitti onu görmeye. Karşılamak üzere, biri geldi beğlerden, Buyurdu ki: (Sultânı görmek için geldim ben.) O ise, edepsizce cevap verip dedi ki: (Bizim pâdişâhımız, pervâsız biridir ki, Öyle kolay değildir onunla görüşmeniz. Bizim sultânımızla nedir sizin işiniz? Bir dervîş hâliniz var gördüğüm kadariyle. Ne işi olabilir, dervîşin sultân ile?) "Ubeydullah-ı Ahrâr", buna gadaplanarak, O edepsiz kişiye buyurdu ki: (Bana bak! Eğer pervâsız ise, sizin o melikiniz, Pervâlı biri ile, onu değiştiririz. Git, bunu kendisine söyle benden çabucak. Ve bir hafta sonunda, gör ki neler olacak.) Kalemini çıkarıp, eli ile o ara, O melikin "İsmi"ni, yazıverdi duvara. Sonra da, parmağını ağzında ıslatarak, "Sildi" o hükümdârın ismini tam olarak. Ve oradan ayrılıp, Taşkent'e döndü yine. Ânında korku girdi, o melikin kalbine. Aradan geçmişti ki, tam da bir hafta kadar, Onun memleketine saldırdı bir hükümdâr. Öldürüp, Semerkant'a hâkim oldu topyekün. "İsmi" gibi, "Cismi" de silinip gitti o gün.