Halîlullah, güzelce biledi bıçağını, Sonra "Tekbîr" söyleyip, andı "Allah" adını. Ve bütün kuvvetiyle bıçağı vurdu, ancak, İsmâil'in boynunu, kesmedi keskin bıçak. Hayret edip, kuvvetle, bir daha çaldı onu, Bıçak yine kesmedi, İsmâil'in boynunu. Uğraşıp sürdüyse de bıçağı tekrâr tekrâr, Hikmet-i ilâhîyle, etmedi yine de kâr. İsmâil arz etti ki: (Dene hem bir de şunu, Bastır şah damarıma, o bıçağın ucunu.) Öyle yapıp, kuvvetle bastırdı diziyle de, Lâkin bıçak, onu hiç kesmiyordu yine de. Üzülüp, o bıçağı şiddetle çaldı taşa, Bir anda koca kaya, yarıldı baştan başa. Bıçak dile gelerek, dedi ki: (Yâ İbrâhîm! Sâkin ol, benim sana var şöyle bir suâlim: Nemrûd, seni ateşe attığında o günü, Ne için yakmamıştı, o ateş vücûdünü?) Şaşırıp, o bıçağa buyurdu ki cevâben: (Hak teâlâ ateşe, "Yakma" dedi meâlen.) Bıçak arz eyledi ki, sonra Halîlullah'a: (Ateşe, "Yakma" diye emrettiyse bir defâ. Bana, tam yetmiş defâ "Kesme" dedi Rabbimiz, Mâzur gör yâ İbrâhîm, böyle emir aldık biz.) Halîlullah, bıçaktan duyunca bu sözleri, Hayret ve şaşkınlıktan, oturdu diz üzeri. İsmâil, o sırada dedi ki ona yine: (Günâhkâr olmıyalım, emri getir yerine.) "İki emir" arasında, şaşırdı tam olarak, O anda kendisine, vahyetti cenâb-ı Hak: (Yâ İbrâhîm, rüyânı tasdîk ettin pek iyi, Sen, yaptın üzerine düşen bu vazîfeyi. Şimdi, bana münâsip ihsânımı gör benim, Başını kaldırıp da, dağa bak yâ İbrâhîm!) Halîl, emre uyarak yukarı baktığında, Besili bir "Koç" gördü, Mekke'nin o dağında. (Bu, oğluna fedâdır) buyurdu cenâb-ı Hak, Halîlullah o koçu, gidip yakalayarak, Minâ'da kurbân etti, İsmâil'in yerine, Allahın "Kurbân" emri, yerine geldi yine. Onların yanlarına, geldi sonra Cebrâil, Oğluna hitâb edip, buyurdu: (Yâ İsmâil! Rabbimiz, senin için şöyle buyurdu bana: "İsmâil ne isterse, vereceğim ben ona.") O dahî, ellerini duâya kaldırarak, Dedi ki: (Yâ ilâhî, sana, mü'min olarak, Ölüp de gelenleri, affeyle tamâmiyle.) Rabbimiz "Kabûl ettim" buyurdu bir vahiyle.