"Hâce Mevdûd-i Çeştî", kendi talebesiyle, Bir gün, "Belh"ten çıktılar yolculuk gâyesiyle. "Buhârâ"ya gitmekti bu yolculukta niyet. Bir nehir kıyısına ulaştılar nihâyet. Baktılar ki nehirde, tek kayık çalışıyor. İnsanları karşıya, ücret ile taşıyor. Lâkin Hâce Mevdûd'un, hem de talebesinin, Yanlarında, hiç para yok idi o gün için. Söylediler ise de bunu o kayıkçıya, Dedi: "Ücret almadan, geçiremem karşıya." O zaman Hâce Mevdûd, nehre doğru giderek, Talebesine dahî "Tâkîb edin!" diyerek, Çok kısa bir zamanda, o ve talebeleri, "Yürümek" sûretiyle, geçtiler hepsi nehri. Oradan, yollarına ettiler yine devam. Nihâyet Buhârâ'da, yolculuk oldu tamam. Orada Hâce Mevdûd, bir bayram sabahında, "Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî" adında, Bir "Allah adamı"yle sohbet ederlerdi ki, O an, zâhid kılıklı biri girdi içeri. Sırtında eski hırka, omuzunda seccâde. Ve elinde tesbihle giriverdi bu halde. Sahte bir tevâzûyla oturup aynı minvâl, Hâce Abdülhâlık'a eyledi şöyle suâl: "Firâset-i mü'minden sakının ey insanlar! Zîrâ o, Rabbimizin nûruyla eder nazar". Böyle buyurmaktadır o Resûl-i müctebâ. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir acabâ? Buyurdu: "Sırrı o ki, zünnârını keserek, Tam müslümân olasın, şehâdet söyliyerek." O kimse şaşırarak, dedi: "Allah korusun. Bende zünnâr mı var ki, böyle şey söylüyorsun?" Buyurdu ki: "Hırkanın altındadır o zünnâr. Firâset nûru ile görülüyor âşikâr." Bu kerâmeti görüp, insâf etti münâfık. Şehâdeti söyleyip, müslümân oldu artık. Hâce Mevdud-i Çeştî, bir gün sohbet ederdi. "İnsan"dan bahis ile, va'zında şöyle derdi: (Mahlûkâtın içinde, çok âcizdir şu insan. Buna rağmen Allah'a, o eder en çok isyân. Öyle zelîl olur ki, o bu isyânlarıyle, Ondan nefret ederler, hattâ şeytânlar bile. Hayret ki, Rabbi ona ettikçe bol bol ihsân, O, bunlara karşılık yapar hep günâh, isyân. Kendisini yaratan, her an varlıkta tutan, O'dur hem kendisini koruyan her korkudan. Beşikten tâ mezara, rızkını verir de hep, O, yine Sâhibine isyân eder rûz-ü şeb.)