Bir gün kayınbirâderim Yüksel Ekinci, sabah müftülüğe gelerek Ahmed Mekkî Efendi'yi "rahmetullahi aleyh" öğlen yemeğine dâvet etti evlerine.
Müftü Efendi kırmadı.
"Peki, Abdüllatîf'le geliriz" buyurdu.
Öğlen vakti birlikte gittik.
Sıcak bir gündü.
Bahçede oturduk.
Merhum Enver Ören bey de geldi.
Onu görünce çok sevindi mübârek. Çünkü onu çok seviyordu. Lakab bile vermişti ona:
"Zeyn-ül mecâlis." Yani (Meclislerin süsü.)
Sohbet oldu. Benim kimyâ hocam Hüseyin Hilmi Efendiden bahsedip şunları anlattı:
"Babamın son günleriydi. Yeğeni Fâruk Işık beyin evinde, yer yatağı sermiştik. Gelen misâfirler kenardaki sandalyelerde otururdu. Ama Hilmi bey gelince, onu yatağına oturtur ve 'Senin yerin, hep burası' derdi.
Dikkat ederdim.
Elini ona sıktırırdı.
Az gevşetse, yine "sık" derdi. Öyle zannediyorum ki o günlerde babam, kalbinde ne varsa hepsini onun kalbine akıttı..."
Yemeği yiyip ayrıldık.
Mübârek döndü bana;
"Yüksel beyin sâliha bir kız kardeşi var, onu sana alalım!" buyurdu.
Ben "şaka" sandım.
Ama yine de;
"Peki efendim" dedim.
Aradan beş sene geçti. Ahmed Mekkî Efendi vefât etti. Ben bu işi unutmuştum bile. Ama hâdiseler öyle gelişti ki, biz o kızla evlendik ve çok da mutlu olduk. Nur içinde yatsın.