Mazhar-ı Cân-ı Cânân rahmetullahi aleyh, vefâtına birkaç gün vardı ki, insanlar akın akın sohbetine geliyordu devamlı. O günlerde talebelerinden biri gelip; - Efendim memleketime gitmek istiyorum, diye arz etti. Cevaben; - Selâmetle git, buyurdu. Allaha emanet ol. Ama seninle bir daha görüşemeyiz. Diğer talebeler bunu duyunca ağladılar. Vefatı iyice yaklaşmıştı ki, talebelerini son defa toplayıp; - Kalbimden her neyi geçirdim ve hangi nîmete kavuşmak istedimse, Hak teâlâ hepsini ihsân etti. Beni her arzuma kavuşturdu, buyurdu. Bir tânesi hariç. Gençler; - O nedir hocam? dediler. - Şehitlik, buyurdu. Şimdi en büyük arzum, "Şehîtlik rütbesine" kavuşmaktır. Sonra bir "Âaah!" çekip; - Hocalarımın çoğu, şehâdet şerbetini içerek bitirdiler nefeslerini. Ama ben yaşlandım. Vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek güç ve kuvvetim kalmadı. Bu durumda nasıl şehit olabilirim? buyurdu. Nihâyet 1781 mîlâdî senesinin, Muharrem ayının yedinci gecesi, hânesinin önü yabancı kimselerle doldu bir ara. Bunlardan üçü içeri girmek için ısrar ediyorlardı. Nihâyet izin alıp girdiler. Bunlar "Moğol kâfiri" ve "Mecûsî" kimselerdi. Üstelik tanımıyorlardı bu Allah dostu büyük veliyi. Karşısına geçip; - Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin? dediler. - Evet, benim, buyurdu. O anda hücûm edip, hançerle vurmaya başladılar. Mübârek ağır yaralanıp, yere yıkıldı. Eşkıyâlar kaçıp izlerini kaybettirdiler. Üç gün sonra vefat etti. "Aşûre günü" ve "Cumâ" akşam vaktiydi. Kavuştu çok istediği "Şehîtlik rütbesi"ne. E-mail: abdullatif.uyan@tg.com.tr Tel: (0 212) 454 38 10 www.siirlerlemenkibeler.com