Hem "Seyyid" hem de "Şerîf" Sülâle-i Resûlden, "Seyyid Ahmed Bedevî", Meşhurdu halk içinde bir çok kerâmetleri. Binikiyüzde "Fas"ta, dünyâya gelen bu zât, "Yetmişaltı" yaşında, "Mısır"da etti vefât. Evliyâ-yı kirâmdan olan bu zât-ı şerîf, Büyük bir âlim olup, hem "Seyyid"dir, hem "Şerîf". Henüz küçük yaşında, başladı tahsîline. Çalışıp, vâkıf oldu ilimlerin hepsine. Bir mânevî işâret alıp henüz genç iken, Babasıyla birlikte, Mekke'ye gitti hemen. Uyurken Beytullaha çok yakın bir binâda, Gâibden, kendisine geldi şöyle bir nidâ: (Ey Ahmed-i Bedevî, uyan da Rabbini an! Uyumakla, Allaha yaklaşamaz bir insan.) Kalktı ve abdest alıp, andı Hak teâlâyı. Tekrar uyuduğunda, duydu aynı nidâyı. Diyordu ki: (Ey Ahmed, uykudan uyan ve kalk! Rabbini sevenlere, yakışır mı uyumak? Yüksek derecelere kavuşmak istiyenler, Ne uyur, ne dinlenir, ne de yiyebilirler. Nefsinle mücâdele eyle ki sen şimdiden, Yüksek derecelere ereceksin çünkü sen.) O günden îtibâren, bir aşk ile rûz-ü şeb, Kendisini, ilme ve ibâdete verdi hep. Konuşmayıp, halk ile azalttı ilgisini. Çalışıp, günden güne çoğalttı bilgisini. Öyle bir dereceye çıktı ki en nihâyet, Ondan yayılır oldu kullara rüşd, hidâyet. Hak âşığı olanlar, ona gelip bu defâ, Onun bir sohbetini bildiler cana safâ. Hep "Allah"ı düşünür, anardı Onu her an. Onun nûrlu kalbinde, iz yoktu bu "dünyâ"dan. Sâhili görünmeyen bir denizdi ilimde. O, binlerce velîyi yetiştirdi elinde. Yüzünde, öyle heybet vardı ki bu kişinin, Hiç kimsede, cesâret olmazdı bakmak için. Bu yüzden, "Peçe ile" gizlerdi yüzünü hep. "Bedevî" denilmiştir kendine bundan sebep. Önceleri çok cesur ve atılgan bir huya, Sâhipken, sonraları çekildi inzivâya. "Sükût"u tercîh edip, terk eyledi kelâmı. İşâret ederekten anlatırdı merâmı. Devamlı oruç tutar, bulurdu böyle huzûr. Bir zeytin tânesiyle yapardı iftâr, sahur. Uzun boylu, heybetli ve buğday benizliydi. Kolları, bacakları, hem uzun, hem etliydi. Gâyet nûrlu, sevimli, heybetliydi hem yüzü. Doğuştan sürmeliydi, hem dahî iki gözü.