"Ahmed-i Bedevî"nin devrinde, bir müslümân, Vardı ki, bu Velî'ye ederdi hep sû-i zan. İnsanlar gösterdikçe ona bu iltifâtı, O kimsenin, hasetten kaçıyordu rahatı. O sû-i zan yaptıkça bu "Allah adamı"na, Uğradı en sonunda bu zâtın gadabına. Şöyle ki; öğrendiği ilimler, hepsi bir gün, Hâfızasından çıkıp, silindiler büsbütün. Hâtırlıyamayınca hattâ kendi adını, İnsâf ile düşünüp, anladı hatâsını. Hemen kendi kendine düşündü ki: "Ey ahmak! Olur mu büyüklerde hatâ kusur aramak? Az gelmişken dünyâya böyle büyük bir insan, Sen, nasıl böyle zâta ediyorsun sû-i zan." Bunları söyliyerek o kendi kendisine, Gitti "Seyyid Ahmed"in mübârek türbesine. Edeb ile diz çöküp, arz etti ki: "Efendim! Bendeniz, utanmadan size sû-i zan ettim. Şimdiyse o hâlime pişmân oldum tamâmen. Himmet buyurunuz da kurtulayım bu halden." O, bunları söyleyip edeble kalktığında, Kabr-i şerîf yönünden duydu şöyle bir nidâ. "Bu halden, bir şart ile kurtulursun ey insan! Olmasın bundan sonra bir inkâr ve sû-i zan." Kabirden işitince o kimse bu nidâyı, Dedi: "Peki, bir daha işlemem bu hatâyı." O zaman, unuttuğu bilgi varsa ne kadar, Hepsi, hâfızasına bir anda geldi tekrar. "Abdülvehhâb Şârânî" buyurur ki bir kere, Mevlid-i şerîf için, toplanmıştık bir yere. Hiç tanımadığımız kimseler vardı lâkin. Düşündüm ki: "Onlar da gelmiştir mevlid için." Yanlarına yaklaşıp, sordum ki: "Acabâ siz, Buraya, ne maksatla ve nereden geldiniz?" Dediler ki: "Biz aslâ değiliz tüccâr filân. Hâlisâne niyetle geliriz Hindistân'dan. Gâyemiz, ziyârettir Ahmed-i Bedevî'yi. Ayrıca, dinlemektir mevlid-i Nebevîyi." Sordum ki: "Çok uzaktır Hindistân bu yerlere. Ahmed-i Bedevî'yi kim tanıttı sizlere?" Dediler: "Biz de elbet tanırız bu Velî'yi. Tanımayan var mı ki Ahmed-i Bedevî'yi? Hattâ okyanusların ötesinde yaşıyan, Cümle müslümânlar da tanırlar onu şu an. Yalnız insanlar değil, "cinler" de onu tanır. Onlar dahî bu zâtın mevlidine katılır. Biz ne zaman daralsak, isteriz ondan imdât. Derhal imdâdımıza yetişir bu velî zât."