Ubeydullah-ı Ahrâr / "Bu el, onun elidir!"

A -
A +

Allah adamlarından "Ubeydullah-ı Ahrâr", Sâyesinde, zulmetten nûra çıktı insanlar. Çocukken parlıyordu yüzünde nûr ve şuâ, Görenler hayrân olur, ederdi ona duâ. "Şihâbüddîn" adında, vardı ki bir dedesi, Evliyâ bir zât olup, yüksekti derecesi. Hastalanıp, vefâtı yaklaşınca bu zâtın, Vedâlaştı hepsiyle, âile efrâdının. Sonra, torunlarıyla görüştü birer birer. En son, "Ubeydullah"ı yanına getirdiler. Henüz pek küçük idi Ubeydullah o zaman. O içeri girince, doğruldu yatağından. Kucağına alarak, bağrına bastı onu. Ağlıyarak dedi ki: (Bekliyordum ben bunu. Bu, çok büyük bir velî olacaktır ilerde. Ve lâkin ben hayâtta bulunmam o günlerde. Âlemi tutacaktır, bunun feyz ve nûrları. Emrinde olacaktır, cihân pâdişâhları.) Sonra da, babasına buyurdu ki: (Ey oğlum! Bunun yetişmesini, sana ısmarlıyorum.) Akrânları oynarken, o, hiç oynamıyordu. Zîrâ oyun oynamak, ona tad vermiyordu. Derlerdi: (Bizim ile oynamazsın sen niçin?) Derdi ki: (Biz dünyâya, gelmedik oyun için.) Gençliğinde, ziyâret eylemişti Hire'yi. O yerde, bir kimseden duydu "Yâkub Çerhî"yi. Onun muhabbetiyle, tutuştu, yandı birden. Onu görmek üzere, derhal çıktı o yerden. Huzûruna girince, gördü sevgi, iltifât. Kalbinden geçirdi ki: "İşte aradığım zât." Onu, "Yâkub-i Çerhî" görür görmez ilk daha, Farketti kalbindeki o cevheri bî-bahâ. Bahaddîn Buhârî'yi, anlatıp uzun uzun, Dedi: (İşte bu zâttır, rehberi yolumuzun.) Elini uzatarak, sonra Ubeydullah'a, Buyurdu ki: (Şimdi kalk, gel eyle müsâfaha.) Bir an tereddüt etti Ubeydullah-ı Ahrâr. O zaman buyurdu ki: (Yüzüme eyle nazar.) Bakınca, öyle nûrlu gördü ki cemâlini, Sarılıp kucaklamak istedi kendisini. "Yâkub-i Çerhî" dahî, buyurdu ki: (Gel beri. Behâeddîn Buhârî tutmuştur bu elleri. Demişti "Senin elin, aynen benim elimdir. Senin elini tutan, benim de sevdiğimdir." Bu el, onun elidir, haydi müsâfaha et. Sana müyesser oldu bu nîmet ve saâdet.) Hürmet ve muhabbetle, tutup öptü elini. "Üç ay" hizmet ederek, aldı icâzetini.