"Zünnûn-i Mısrî" var ki, evliyâ-yı kirâmdan, Allah korkusu ile, kaçardı her haramdan. İnsanlar, akın akın koşuyordu sohbete. Sâyesinde çok kişi kavuştu hidâyete. Lâkin bir "Genç" vardı ki, câhil olduğu için, Bu "Velî"ye, hasetlik ederdi için için. Hem inkâr ediyordu onun büyüklüğünü. Hem de kötülüyordu, bilmiyordu sözünü. "Zünnûn", bunu sezmişti, onun hareketinden. Lâkin bir şey demedi, ona merhametinden. Ona dahî acıyıp, o velîler büyüğü, Çıkarıp verdi ona, bir kıymetli yüzüğü. Buyurdu: (Götür bunu, şu çarşı esnâfına. Sor ki, ne veriyorlar acabâ onlar buna?) O genç aldı yüzüğü, dolaştı dükkân dükkân. Ve lâkin o yüzüğe, olmadı dönüp bakan. Esnâftan hiç bir tâlip çıkmayınca yüzüğe, Geri dönüp söyledi, durumu bu "Velî"ye. Buyurdu ki: (Evlâdım, öyle ise bu defâ, Götürüp göster bunu, kuyumcu ve sarrâfa.) O genç, bu olanlardan bâzı şeyler sezerek, Bilcümle sarrâflara, arz eyledi gezerek. Aldığı cevaplardan, şaşkına dönüyordu. Zîrâ ona, her biri çok değer veriyordu. Geri dönüp dedi ki: (Bütün mücevherciler, Bin altının üstünde, buna değer biçtiler.) Buyurdu: (Anladın mı bu işin hikmetini? Demek ki, ehli anlar her şeyin kıymetini. Hiç değer vermez iken bu yüzüğe o esnâf, "Bin altın" değer biçti halbuki buna sarrâf. Nasıl ki "Gül" çekerse, "Bülbül"ün ilgisini, Sâdece ehli anlar "Tasavvuf bilgisi"ni. Bu ilimde, vardır ki öyle kıymet ve şeref, Onu, ehil olmıyan anlamaz maalesef. Kıymetini bilenler, demeyip uzak yakın, Bu ilmi almak için, koşuyor akın akın. Bir kimse bilmiyorsa, bu ilmin kıymetini, Tutması lâzım gelir hiç olmazsa dilini.) Genç, "Zünnûn-i Mısrî"den bunları işitince, Utandı, mahcûb oldu, düşündü ince ince. Dedi: (Bu sözleriniz, etti bana hayli kâr. Silindi tamâmiyle kalbimdeki o inkâr.) Buyurdu: (İşin başı, evliyâya muhabbet. Allah'ın dostlarını sevmeye eyle gayret. Onların hürmetine, yağıyor yağmur ve kar. Ve onların kalbinden, kalplere feyiz akar. "Muhabbet bağı" ile, kalbini, kalplerine, Bağla ki, aksın o nûr senin dahî kalbine.