Dünkü makâlemizde, Ebû Zerr-i Gıfârî'nin Müslümân olmak için, Mekke-i mükerremeye geldiğini, üç gün Peygamberimizin izini aradığını, kendisini arka arkaya üç gün evine götüren Hazret-i Alî de dâhil olmak üzere kimseye bir şey soramadığını, nihâyet üçüncü günde, Hazret-i Alî'nin, kendisine nereden ve niçin geldiğini sorması üzerine, kimseye söylememesi şartıyla ona bir sır söyliyeceğini belirttiğini ifâde etmiştik. Hazret-i Alî, "sen hâlini bana söyle, ben kimseye açmam" deyince, Ebû Zerr-i Gıfârî, "işittim ki, burada bir Peygamber çıkmış, onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim" dedi. Hazret-i Alî: "Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben, o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et, benim girdiğim eve sen de peşimden gir" dedi. Ebû Zerr-i Gıfârî, Hazret-i Alî'yi takip edip onunla birlikte Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi ve hemen "es-Selâmü aleyküm" diyerek selâm verdi. [Bu selâm, İslâm'da verilen ilk selâm ve Ebû Zerr-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.] Peygamber Efendimiz, onun selâmına cevap verip "ve aleykümü's-selâmü ve rahmetullah=Allahın selâmı ve rahmeti senin de üzerine olsun" buyurdu... "BANA İSLÂMI BİLDİR!" Bundan sonra Ebû Zerr-i Gıfârî, Peygamberimize (aleyhisselâm) "bana İslâmı bildir" dedi. Peygamberimiz (aleyhisselâm) Ona "Kelime-i şehâdeti" okudu, o da söyleyip Müslümân oldu. [O, ilk Müslümân olanların beşincisidir.] Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri, Müslümân olduktan sonra, Ka'be-i muazzamanın yanına gidip yüksek sesle, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" dedi. Bunu işiten müşrikler, hemen onun üzerine hücûm ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile vurarak onu öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gören Hazret-i Abbâs, "bırakın bu adamı öldüreceksiniz! O, sizin ticâret kervânınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabîledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?" dedi. Ebû Zerr'i (radıyallahü anh), müşriklerin elinden kurtardı... Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Ebû Zerr-i Gıfârî hazretlerine, kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Ebû Zerr-i Gıfârî, bu emir üzerine kendi kabîlesi arasına dönüp onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devâm etti. Bir gün, kabîlesine Allah'ın bir olduğunu, Muhammed (aleyhisselâm)ın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Sonra da tapmakta oldukları putların bâtıl, boş ve ma'nâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, "olamaz" diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabîlenin reîsi Haffâf bağıranları susturdu ve "durun onu bir dinleyelim bakalım ne anlatacak?" dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devâm etti: "Ben, Müslümân olmadan önce, bir gün 'Nuhem putu'nun yanına gidip önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mâni olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey bu!" dedi. "Köpeğin bile hakâret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır, işte sizin taptığınız budur" dedi. Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri, "peki senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?" dedi. HAFFAF DA MÜSLÜMAN OLDU Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti: "O, Allahın bir olduğunu, O'ndan başka ilâh olmadığını, her şeyi yaratan ve her şeyin mâliki, sâhibi olduğunu bildiriyor... İnsanları Allah'a îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya da'vet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor" dedi. Ebû Zerr-i Gıfârî (radıyallahü anh), İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabîlesinin içinde bulunduğu sapıklıkları bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliklerini gâyet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında, başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslümân oldu. Diğerleri ise daha sonra, Peygamberimizi görerek Müslümânlığı kabûl ettiler. [Allahü teâlâ, hepsinden râzî olsun.]