Dünkü makâlemizde hayâtını özetlediğimiz ve Ehl-i Sünnet'in iki imâmından biri olduğunu belirttiğimiz İmâm-ı Mâtürîdî'nin naklen bildirdiği Ehl-i Sünnet i'tikâdının başlıca esâsları şunlardır: "Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Her şeyi, O yaratmıştır. Birdir, ibâdete hakkı olan da O'dur. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. O'nun kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları; "hayât", "ilim", "sem'", "basar", "kudret", "irâde", "kelâm" ve "tekvîn"dir. Bu sıfatları da ezelîdir. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, ya'nî O'nun hakkında sâdece dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir. Kur'ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O'nun sözüdür. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi; bu harfler mahlûktur. Fakat bu harf ve kelimelerin ma'nâsı, Kelâm-ı İlâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere "Kur'ân" denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı İlâhî olan Kur'ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedîdir. Allahü teâlâyı mü'minler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, ya'nî şekli olmayarak göreceklerdir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O'nu görmeği akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı, O'nu görmek ni'metine kavuşmağa elverişli değildir. "Allah, dünyâda görülür" diyen yalancıdır. Hz. Mûsâ (aleyhisselâm), Peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz "Mi'râc gecesi"nde gördü ise de, bu dünyâda değildi; dünyâdan çıktı, âhırete karıştı; Cennete girdi ve orada gördü. Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de yaratıyor; iyi ve kötü işlerin hepsi O'nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzîdır, fenalardan râzî değildir. İnsanın yaptığı işte, kendi kuvveti de te'sîr eder. Bu te'sîre, "Kesb" denir. Peygamberler (aleyhimüs-selâm), Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur. Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde "Münker" ve "Nekîr" denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yerküresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerinde toplanması, ya'nî rûhların cesetlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesâp, iyiliklerin ve günâhların oraya mahsûs bir terâzî ile tartılması, Cehennem üzerinde sırât köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Mü'minlere mükâfât ve ni'met için hâzırlanmış olan Cennet, kâfirlere azâb için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem ebedî, sonsuz kalınacak yerlerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhırete göçenler Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmayacaklardır. İbâdetler îmândan bir cüz' değildir, îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inandığı hâlde, ama tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü'min ne kadar büyük günâh işlerse işlesin îmânı gitmez. Ancak farzlara ve harâmlara, olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafîfe almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur. Halîfelikten konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Dört Halîfenin yüksekliği, halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini istisnâsız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve dîn ilimlerinde müctehid idiler. Son Peygamber Muhammed'e (aleyhisselâm) îmân edenler, diğer peygamberlerin ümmetlerinden daha üstündürler. Dînimizde, mâtem tutmak yoktur. Üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Peygamberimiz, hadîs-i şerîfte: "İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek; ikincisi ise, ölü için mâtem tutmaktır" buyurdu. Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tâbiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya'nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur. Dînî delîller, müctehidler için dörttür: "Kitap", "Sünnet", "İcmâ-i ümmet" ve "Kıyâs-ı fukâhâ". Avâmın delîli ise, müctehidin fetvâsıdır. Tenâsühe, ya'nî ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrâr dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider. Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şefâatim, ümmetimden günâhı büyük olanlaradır" buyurdu. Peygamberin mu'cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü'minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder. Her bid'at dalâlettir, sapıklıktır. "Bid'at", dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve dört Halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dînde meydâna çıkarılan, i'tikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir ve büyük felâkettir. Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez..." Bu konuda, İmâm Mâtürîdî'nin bildirdiği başka husûslar varsa da, makâlemizin hacmi müsâid olmadığı için, biz bugün bunlarla iktifâ edeceğiz...