Bildiğimiz gibi, geçen sene, Hazret-i Mevlânâ'nın doğumunun 800. yıl dönümü olması münâsebetiyle, UNESCO, 2007 yılını, "Mevlânâ Yılı" i'lân etmişti ve O'nun, birçok yerde anılmasına ve tanınmasına da vesîle olmuştu. Bu münâsebetle ifâde edelim ki, bazı insanlar vardır; bir köy, nâhiye, kasaba, belde, kaza, vilâyet, memlekette yaşarlar; doğdukları yerlerden dışarıya çıkmazlar; bundan dolayı kendilerini yakın hemşehrilerinden başkaları tanımazlar. Ama bazı insanlar vardır; bunlar doğdukları yerlerde kalmazlar, pekçok yeri dolaşırlar, onları birçok insan tanır. Hele bazı insanlar da vardır ki, bunların şöhretleri, ünleri bütün dünyâyı tutmuştur. Peygamber Efendimiz, Hulefâ-i Râşidîn, Ehl-i Beyt, Oniki İmâm, diğer İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm gibi, [bunların yüzlercesini, hattâ binlercesini sayabiliriz] bu insanları herkes tanır; hür dünyâda, neredeyse bunların mübârek isimlerini duymayan kalmamıştır. Meselâ Gavs-ı A'zam Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Irâk-Bağdâd'da medfûn, ama bütün dünyâ onu tanır. Şâh-ı Nakşibend hazretleri, Özbekistân-Buhârâ'da medfûn, ama bütün cihân tarafından tanınır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Hindistân-Serhend'de medfûn, ama dünyânın bütün ülkelerindeki insanlar onun ismini duymuşlardır. Bunların emsâli pek çoktur. İşte Hazret-i Mevlânâ, Hoca Ahmed Yesevî, İmâm-ı Gazâlî, Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Yûnus Emre... gibi dünyâca tanınan [beynelmilel, uluslararası çapta] pek çok büyüğe sâhip olmamız, bizler için birer iftihâr vesîlesidir... Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, esâs konumuza gelelim: 2-9 Aralık târihleri arası "Mevlânâ Haftası" ve 17 Aralık târihi de, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin, bu fânî dünyâdan ebediyet âlemine [âhirete] intikâl târihi olduğu için, biz, bugün ve yarınki makâlelerimizi O'na ayırdık. Türbesi ve dergâhının bulunduğu Konya şehrinde, on binlerce kişi tarafından ziyâret edilen büyük âlim ve velî Hazret-i Mevlânâ, doğumundan 800 yıl geçmiş olmasına rağmen, devâmlı artan bir sevgi ve saygıyla anılmakta, ziyâret edilmektedir. İşin aslına bakacak olursak, Hazret-i Mevlânâ; Konya'mızı, memleketimizi, bizi, milletimizi, târihimizi, kültürümüzü, İslâmiyeti tanıtmaktadır. Doğrusu, bu "Büyükleri, büyük âlim ve velîler"i lâyıkı vechile tanıyabilmek, anlayabilmek ve anlatabilmek kolay bir iş değildir. Şu bir gerçek ki, diğer büyüklerden olduğu gibi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'den de istifâde edebilmek için, onu doğru bir şekilde tanımak lâzım. Onun için biz, Hazret-i Mevlânâ'yı doğru bir şekilde tanıyıp tanıtmaya gayret ederken, onun kendi sözlerinden ve muteber İslâm âlimlerinin onun hakkında yazdıkları doğru bilgilerden istifâde edeceğiz. Bilindiği gibi, Amr İbn-i Hişâm, Sevgili Peygamberimizi, Ebû Tâlib'in yetîmi olarak gördü, "Ebû Cehil" oldu; ama Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe, onu "Resûlullah", "Seyyidü'l-kevneyn", "Resûlü's-sekaleyn" olarak gördü, "Ebu Bekr-i Sıddîk" olmakla şereflendi. Bu konuda, Hazret-i Mevlânâ'nın şu sözü çok önemlidir: O, "Herkes, bana kendi zannına göre dost oldu; hiç kimse benim derûnumdan, esrârımdan sormadı" buyuruyor; onun bu sözünü iyi anlamamız lâzım. Hazret-i Mevlânâ'yı yalnız bir mütefekkir, şâir, hümanist gibi düşünmek, onu, en azından çok eksik ve yarım anlamak, hattâ hiç anlamamak demektir. Onu, sözlerini ve yolunu anlamanın anahtarı, yine onun şu sözüdür: "Ben hayatta olduğum müddetçe, Kur'ân'ın kölesiyim; Muhammed muhtârın [Mustafâ'nın] yolunun [ayağının] tozuyum. Kim benden, bundan başka bir söz naklederse, ben hem o sözden, hem de o sözü söyleyen kimseden bîzârım (râhatsızım)." "Nefehâtü'l-Üns min Hadarâti'l-Kuds" kitâbında belirtildiğine göre, babası Sultânü'l-Ulemâ Muhammed Behâeddîn Veled, büyük bir âlim ve velî idi. Hazret-i Mevlânâ, daha çocuk iken, babasının kalbindeki feyizlere kavuşmuştu. Henüz beş yaşında iken, "kirâmen kâtibîn" denilen melekleri, evliyânın rûhlarını ve sokaktaki cinnîleri görürdü. Soyu, baba tarafından Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a, anne tarafından da İbrâhîm bin Edhem hazretlerine ulaşmaktadır. Bugün yerimiz kalmadığı için, özet bir şey söyleyip konuya inşâallah yarın devâm edelim: Onun, çeşitli dîn, mezhep, meşrep sâhibi kimseleri, kendisine hayrân bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, aslında mensûp olduğu İslâm dîninin yüksek ahlâk telakkîsinden bazı örneklerdir. Onda, bunlardan başka, İslâm ahlâkının diğer husûsları da kemâl derecede mevcuttur. Bunların hepsini saymak, ancak İslâmiyet'i tâm olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olabilir.