Gerek "Mukaddes İslâm" târihinde, gerekse şanlı "Türk Milleti"nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok "Zafer" vardır. Bilindiği gibi "Zafer": "Savaşta kazanılan başarı; düşmânın bozguna uğratılması" demektir. Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, Müslümânların "ölürsem şehîd, kalırsam gâzî" düstûruyla hareket etmeleridir. Müslümânları, asırlar boyu, harp meydânlarında zaferden zafere koşturan biricik arzû, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz ni'metlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Dünyânın fânîliğine, âhirette Cennetin ve ni'metlerinin sonsuzluğuna yakîn derecede îmân eden Müslümânlar, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk duymuşlardır. Harp meydânlarında kahramânca dövüşen ve düşmândan yılmayan Müslümân askerler, hep şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir. Bakınız sözümüzün hemen burasında, İslâm târihinden 2, Osmânlı târihinden de bir misâl zikredelim: Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (radıyallahü anh), 83 yaşında İstanbul'un fethine gelmesi, Kıbrıs-Larnaka'da medfûn "Hala Sultân" diye anılan, Sevgili Peygamberimizin süt teyzesi Ümm-i Hırâm'ın (radıyallahü anhâ), 86 yaşında Kıbrıs seferine katılması, Alasonya kahramanı Hâfız Abdülezel Paşa'nın, yine 80-85 yaşında kendini ata bağlatarak ordunun en önünde harbe gitmesi gibi, daha yüzlercesini sayabileceğimiz misâller dillere destândır ve doğrusu onların bu fedâkârlıkları insanların hafsalalarını zorlamaktadır. "ŞEHÎD" VE "GÂZÎ" "Şehîd" ve "Gâzî" tâbîrleri, Peygamber Efendimiz devrinden beri kullanılmıştır. Harpte ölenlere "şehîd" adı verilir. Dînine, nâmûsuna ve vatanına tecâvüz eden düşmânı def' için muhârebeye katılan ve gazâdan sâlimen dönen Müslümâna ise "Gâzî" denir. "Şehîd"in çoğulu "şühedâ", "Gâzî"nin çoğulu da "guzât"tır. Diğer bir ta'rîf de şöyledir: "Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, nâmûsunu, vatanını, bayrağını müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslümân"a "Şehîd" denilir. Burada çok önemli temel bir bilgiyi de verelim: Ancak mü'min olanlar şehîd olur. Allah'a ve dînine inanmayanlara âhirette şehîdlik muâmelesi yapılmaz. Böyle bir kimseye şehîd denilmesi, ölürken birtakım rahmet melekleri hâzır bulunduğu veya Cennete gireceğine şehâdet olunduğu, yâhut kendisi Allahü teâlânın huzûrunda diri olarak rızıklandırıldığı içindir. Îmânla ölen ve Cennet'e giren bir kimse, dünyâya tekrâr gelmek istemez. Fakat şehîdler böyle değildir. Onlar, tekrâr dirilmek ve tekrâr şehîd olmak arzû ederler. Bu arzûları, şehîdlik mertebesinin Cennet ni'metlerinden daha tatlı, daha zevkli olmasındandır. Şehîdlerin, Cennet ni'metlerine kavuştukları vakit; "Ey Rabbimiz, biz senin yolunda tekrar şehîd olmak için dünyâya döndürülüp öldürülmeyi istiyoruz" diyerek, Allahü teâlâya yalvaracaklarını Peygamber Efendimiz haber vermektedir. Herkes yaşamayı isterken, Müslümânlar niçin şehîdliği, ya'nî ölmeyi isterler? Çünkü şehîdlik, Allah katında, Peygamberlikten sonra en yüksek mertebelerden biridir. Peygamberlerden sonra, derecesi en yüksek olanlar sıddîklar ve şehîdlerdir. Şehîdler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Cennette, onlar için sonsuz ni'metler hâzırlanmıştır. Ayrıca şehîdlerin, kul borçlarından başka bütün günâhları affolunur. Kul borçlarını da, Allahü teâlâ kıyâmette, hak sâhibine Cennet ni'metleri ihsân ederek helâllaştıracaktır. Allah yolunda savaşırken, hudûd boylarında nöbet tutarken ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerinin sevâbı verilir. Kabirlerinde diridirler. Her biri, kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder. Suda boğularak şehîd olana, karada şehîd olanın iki misli sevâp verilir. Havada şehîd olanlar da böyledir. [İnşâallah öbür hafta da bu konuda birkaç kelime daha söylemek istiyoruz.]