"Güzel Ahlâk"a dâir -2-

A -
A +

Son birkaç sene içerisinde, gazete, radyo, televizyon ve internet haberlerinde ve bazı makâlelerde; Amerika, Endonezya, İngiltere, Fransa gibi muhtelif ülkelerde, çeşitli târihlerde meydâna gelen saldırılar sebebiyle, İslâmiyete ve Müslümanlara ağır şekilde dil uzatılmaktadır. Peşînen ifâde edelim ki, câna, mâla, ırza hücûm etmek, aslâ İslâmiyetin tasvîp ettiği işler değildir. İslâmiyette, adâlet karşısında herkes eşittir. Sultan-tebea farkı gözetilmez. Fâtih Sultan Mehmed'in, İstanbul fethi sırasında, gayr-i müslimlere gösterdiği iyi muâmeleyi, bugün Avrupalılar bile övmektedir. Marcel A. Boisard isimli bir Fransız, "L'Humanisma de l'Islam" adlı eserinde: "...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmdır..." demektedir. Gerçekten de insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet'ten öğrenmiştir. Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalbini kırmaktan bile çok şiddetle men etmiştir. İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslimlere de adâletle muâmeleyi emreder; onlara da zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; "Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım" buyurur. Peygamberimizin vârisi durumunda olan, "Evliyâ" denilen, Allahü tealânın sevdiği kullar, hayâtları boyunca, insanları bu ve daha pek çok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır. Meşhur tasavvuf şâiri Yûnus Emre, nazargâh-ı İlâhî olan gönül yıkmaktan şiddetle sakındırır: "Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil." Şimdi makalemizin burasında, birazcık "mükemmel insan nasıl olur?" konusunu ele alalım: "Mükemmel insan nasıl olur?" sorusuna âlimler, mükemmel insanın bazı vasıflarını sayarak şöyle cevap vermişlerdir: Kâmil insan, âilesini, milletini ve vatanını sever. Ana-babasına, hocalarına, âmirlerine karşı saygılıdır. Hiç kimsenin canına, malına ve ırzına tecâvüz etmez. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Büyüklenmez, son derece mütevâzı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Vakârlı, kibâr, ağır başlı, haysiyetlidir. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Vara-yoğa kızmaz; kızsa da zararlı iş yapmaz. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, sû-i zanda bulunmaz. Hâinlik etmez. Sahtekâr değildir. Sözünde durur, kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boşa geçirmez. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz, sarhoş olmaz, içki içmez, uyuşturucu kullanmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, haksız yere adam öldürmez, hattâ hiçbir canlının cânına kıymaz, kimsenin hakkına tecâvüz etmez..... Bir kısmı sayılan bu emir ve yasaklar, aslında İslâmiyet'in emirlerinin çok cüz'î bir kısmıdır. İslâmiyet'in emirleri, bütün fertlere, âilelere ve cemiyetlere faydalı olan şeylerdir. Yasakları ise, kesinlikle bütün insanlara zararlı olan şeylerdir. Herhangi bir Müslüman, bu emir ve yasaklara uyduğu ölçüde mükemmel insan olur. Tâm uyabilirse, mükemmelliği de tâm olur. Allahın sâlih, evliyâ kulları böyledir. "Velî olmak için ahlâk-ı İlâhiyye ile ahlâklanmalıdır" demişlerdir. "Allahü teâlânın sıfatlarına ve isimlerine uygun sıfatlarla sıfatlanmak; Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak" "Ahlâk-ı İlâhiyye" diye adlandırılmaktadır... (İmâm-ı Rabbânî) Bazı misâller vermek gerekirse, Allahü teâlânın bir ismi "Melik"tir. Bu, her şeye hâkim, gâlib demektir. Talebe tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine tesîr etmeğe başlarsa, ahlâk-ı İlâhiyye ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir ismi de "Semî'"dir. Yâni işiticidir. Talebe, doğru sözü herkesten kabûl eder ve gizli hakîkatleri, cân kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Basîr"dir. Yâni Allahü teâlâ her şeyi görür. Talebenin kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile kendi ayıblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse yâni başkalarını kendisinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da "Muhyî"dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Talebe unutulmuş sünnetleri cânlandırır, meydâna çıkarırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da "Mümît" öldürücü demektir. Talebe, sünnetlerin yerine yerleşmiş olan bid'atleri, dînde sonradan çıkarılıp dîn diye yapılan şeyleri men eder, yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Diğer bütün sıfatlar da bunlar gibidir. (Hâce Muhammed Pârisâ) Vaktiyle Batılılar, Müslümanların Endülüs Emevî Devleti'ndeki yüksek ilim ve teknolojilerinden istifâde ettiler. Şimdi de onların, ahlâkî yönden tefessüh etmiş bugünkü perişan hâllerinde, kurtuluşları için çâre aradıkları bir zamanda, bizim iyi ve güzel pek çok müessesemizden istifâde edebileceklerini belirtmek istiyoruz.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.