Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid olup halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden ve kendi hocası Ya'kûb-i Çerhî Hazretlerinin kızının oğlu, ya'nî torunudur. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin diğer büyük talebeleri, Abdullah-ı İlâhî, Baba Haydar Semerkandî, Emîr Ahmed Buhârî, Abdullah-ı Semerkandî ve Ebû Saîd-i Hârezmî gibi velîlerdir... Mîr Abdülevvel (rahimehüllah) şöyle yazmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahâr mevsimi başında, Keş'e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmelerini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; "Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercîh etmedim" buyurdu. Bunun üzerine talebeleri, kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti." Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'a (rahmetullahi aleyh) muhabbeti olan Ebû Saîd isminde birisi, bir gün nefsini yenemeyerek şarâp içmek istedi. Hizmetçisine emir vererek; "Şarâbı al, gece olunca karanlıkta getir ve bana seslen. Ben bir ip uzatır ve yukarı çekerim" dedi. Hizmetçi dediği vakitte şarâbı getirdi. Ebû Saîd dikkatlice şarâbı iple yukarı çekerken, şişe duvara çarpıp kırıldı. Ebû Saîd'in canı sıkıldı. Sabâhleyin kimse görmesin diye, şişe parçalarını sokaktan kaldırıp bir köşeye attı. Daha sonra Ubeydullah-ı Ahrâr'ın huzûruna gitti. O, Ebû Saîd'i görünce buyurdu ki: "Ey Ebû Saîd, her işte bir hayır vardır. Üç kuruşluk şişenin kırılışına üzülmemek lâzım. Şişe kırılmasaydı, bizim kalbimiz kırılacaktı." Bunun üzerine, Ebû Saîd tövbe etti ve tövbesinde de sebât gösterdi. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın (kuddise sirruh) talebelerinden, onun ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: "Bir def'asında büyük bir kervân hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervânda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldılar. Mallarını gitmiş, kendilerini de esîr edilmiş olarak düşündüler. Ben içimden dedim ki; 'Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslîm etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olm.aktır.' Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden de yardım isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın, kervânı bırakıp kaçtığını gördüm. Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervândakiler, bu hâle benden daha çok hayret ettiler. Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruâtıyla anlattım. Buyurdu ki: "Zayıflar, kuvvetli düşmânla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçer ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmânlarını yenerler." İstanbul'un mânevî fatihi Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, ânîden atının hâzırlanmasını istedi. Atı hâzırlanınca, binip Semerkant'tan sür'atle dışarı çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, ta'kîb ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurdu. Sonra atını, "Abbâs Sahrâsı" denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında, Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip ta'kîb etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu." Ubeydullah-ı Ahrâr, daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sordular. "Türk Sultânı Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harb ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu. Talebelerinden, "Reşehât" kitâbının müellifi olan Ali bin Hüseyin şöyle anlatmıştır: 24 Rebîül-âhir 1488 Pazartesi günü, 2. defâ Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine kavuşmakla şereflenmiştim. 1490 senesi Muharrem ayının başında hastalandı. O senenin Rebîül-evvel ayının sonunda, Cumartesi günü vefât etti. Hastalığı seksendokuz gün sürdü. Vefâtından oniki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra, seksendokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyüklerin, ömürlerinin yıl sayısı ile hasta yattıkları gün sayısı arasında uygunluk vardır; büyükler bunun, "Bir günlük hastalık (hummâ), bir senenin keffâretidir" hadîs-i şerîfinde buyurulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir" buyurdu. Onun hasta yattığı gün sayısı da ömrüne eşit düştü. Allahü teâlâ, ona Cennet'te en yüksek makamları ihsân eylesin, bizleri de o büyüklerin şefâatlerine kavuştursun.