2 Mart 2007 Cuma (12 Safer el-Hayr 1428) târihli makâlemizde, vefâtı üzerinden 18 sene geçen, Sevgili Peygamberimizin mübârek torunlarından, büyük eğitimci ve da'vâ adamı, mütefekkir, ilim ve gönül ehli, "Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Hoca" ile ilgili bir "Panel"de âcizâne sunduğumuz bir tebliğ vesîlesiyle, onun çok önemli bazı tesbitlerinden bahsetmiştik. "Müslümanlar Üzerinde Büyük Hakları Bulunan Bazı Âlimler" başlığı altında yazdığımız o makalemizdeki merhûm Hoca'nın tesbîtleri, gerçekten önemliydi ve biri şöyle idi: "Yüce ve mukaddes kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ulemâ-ı Râsihîn" (ilimde yüksek pâyeye eren âlimler) olarak övülen yüce dîn âlimleri, yani gerçek müctehidler ve müceddidler, Allah'ın emirlerine inanan ve uyan, sâlim akıl sâhipleri olarak yüceltilir; halbuki, "dîn tahrîpçileri", dîni yanlış yorumlayan ve kalplerinde eğrilik bulunan kimseler ise "fitne unsuru" olarak teşhîr edilirler." "Amelde imâmlarımız İmâm-ı A'zam, İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmam Ahmed bin Hanbel ve itikâtta imâmlarımız İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî... Tasavvufun muvâzenesini bozmadan her ikisini birlikte yoğuran iki din büyüğümüz de İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî. Bu sekiz din büyüğü, Peygamberlerden ve Eshab-ı kirâmdan sonra en büyük kadro... Bugün, İslâm dünyasının perîşânlığında ve şaşkınlığında, bu yüce kadronun ayak izlerini kaybederek, ne idiğü belirsiz kişi ve kadroların peşine takılmanın rolü pek mühimdir..." Merhûm Ahmed Arvâsî Hocanın zikrettiği bu 8 büyükten 4'ü "Mezhep İmâmları"mız, 2'si "Akâid İmâmları"mız, 2'si de "Tasavvuf Büyükleri"miz. Hâtırlıyacağınız üzere, biz, adıgeçen makâleden sonra, Mart ve Nisan aylarında, önce "Mezhep İmâmları"ndan başlayarak birkaç makâle hâlinde bu büyükleri ele aldık. Bugün ve yarınki makâlelerimizde de, bu sekiz büyükten sonuncusu olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri üzerinde durmak istiyoruz. Öbür hafta ise, bir program vesîlesiyle, inşâallah, Özbekistân'da olacağımız için, oradaki bazı âlim ve velîleri ele almak arzûsundayız. Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim olan "İmâm-ı Rabbânî", kısaca "Rabbânî âlim" demektir. Bu ta'bîr, "kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim" ma'nâsında kullanılmaktadır. "Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, Müslümanların baş tâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin göz bebeği" gibi sıfatlarla anılan İmâm-ı Rabbânî, insanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûslarında doğruları öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i Aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmiüçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdilehad bin Zeynil-âbidîn'dir. Lakabı "Bedrüddîn", künyesi "Ebü'l-Berekât"dır. 1563 (H. 971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. Hicrî ikinci bin yılın müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı "Müceddid-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, "Fârûkî" nisbesiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, "İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî"dir. Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve fazîletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi, dîn ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyâhat ettiği sıralarda, Hindistan'ın meşhûr kasabalarından Skendere'ye gitmişti. O memleketten asîl bir âileye mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad Efendinin mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona, "Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın, sizinle nikâhlanmasını arzû ediyorum. Bu ricâmı kabûl edeceğinizi umarım" diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi, bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o kızla nikâhlandı. İşte bu evlilikten İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu. İmâm-ı Rabbânî, çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamânın meşhûr velîlerinden ve Abdülkadir-i Geylânî'nin yolunun büyüklerinden Şâh Kemâl-i Kihtelî-yi Kâdirî'ye götürüp duâsını istediler. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî'yi görünce büyük bir hayrânlıkla bakarak babasına, "Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir velî olacak" demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kaplamıştı. Şâh Kemâl Kâdirî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken, Şâh Kemâl Kâdirî vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsîline, babasında başladı. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur'ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu. Sonra Arapçayı öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberledi. Babasından tahsîli sırasında, Kâdîrî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti aldı. Daha babası hayâtta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı. Yarın da inşâallah bu konuya devâm etmek istiyoruz.