Dünkü makalemizde de belirttiğimiz gibi, dün gece, yanî 10 Ağustos (26 Receb) Cumayı bugüne ya'nî 11 Ağustos (27 Receb) Cumartesiye bağlayan gece "Mi'râc Kandili" idi. İsrâ sûresinin ilk âyet-i kerimesinde, "İsrâ" hâdisesinden bahsedilmektedir. Bilindiği gibi "Mi'râc Gecesi", Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. "Rûhu'l-beyân" tefsîrinde "Tefsîr-i Hüseynî"den iktibâs yapılarak deniliyor ki: "Resûlullah'ın Mekke'den Beytü'l-makdis'e götürüldüğüne inanmıyan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, dâl ve mübtedi', ya'nî sapık ve bid'at ehli olur." Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Peygamberliğinin kendisine bildirilmesinin 11-12. yıllarıydı. Mekke ahâlîsi îmân etmiyor; Müslümânlara çok sıkıntı veriyorlardı. Hicretten bir yıl önce, Sevgili Peygamberimiz 52 yaşındayken, Zeyd bin Hârise'yi de yanına alarak Tâif'e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat etti; ama hiç kimse îmân etmedi, hattâ çeşitli hakâretler de yaptılar. Yorgun ve üzüntülü olarak Mekke'ye geri döndüler; karanlıkta şehre girdiler. Her taraf düşman idi; gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümm-i Hânî'nin evine geldi. O zamân Ümm-i Hânî, henüz îmân etmemişti; ama Resûlullah'ı (aleyhisselâm) içeri alıp, O'nun arzûsu üzerine, kendisine bir hasır, leğen ve ibrik verdi. Gelen misâfire ikrâm etmek, onu düşmândan korumak, Arablar için en şerefli bir vazîfe sayılırdı. Bir evdeki misâfire zarar gelmesi, ev sâhibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü: "Bunun Mekke'de düşmanları çok; hattâ öldürmek isteyenler bile var. Şerefimi korumak için, sabâha kadar O'nu görüp gözeteyim" dedi. Babasının kılıcını alıp, evin etrâfında dolaşmaya başladı. Resûlullah (aleyhisselâm), o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmaya, afv dilemeye, kulların îmâna gelmesi, saâdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi. O ânda, Allahü teâlâ, Cebrâîl'e: "... Git, Habîbimi getir; Cennet'imi, Cehennem'imi göster. O'na ve O'nu sevenlere hâzırladığım ni'metleri ve O'na inanmayanlara, O'nu incitenlere hâzırladığım azâbları da görsün..." buyurdu. Cebrâîl (aleyhisselâm), bir ânda Resûlullah'ın (aleyhisselâm) yanına geldi. Peygamberimiz, onu hemen tanıdı ve Rabbinin darılmış olacağından çok korktu: "Ey Cebrâîl kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hatâ mı ettim, Rabbimi gücendirdim mi?..." buyurdu. Cebrâîl (aleyhisselâm): "Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi! Ey Peygamberlerin Efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiçbir Peygambere, hiçbir mahlûkuna vermediği ni'meti sana ihsân ediyor. Seni kendine da'vet ediyor. Lütfen kalk; buyur, gidelim" dedi. Kâ'be-i şerîfenin yanına geldiler. Cennetten gelen "Burâk" adındaki beyâz hayvana binip, bir anda Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya vardılar. Cebrâîl (aleyhisselâm) kayayı parmağı ile deldi; Burâk'ı oraya bağladı. Geçmiş Peygamberlerden ba'zılarının rûhları insan şeklinde orada idi. Cemâatle namâz için Âdem, Nûh, İbrâhîm Peygamberlere (aleyhimü's-selâm), imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabûl etmedi; kusûrlu olduklarını söylediler; özür dilediler. Bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm), "Habîbullah"ı ileri sürdü. "Sen varken, başkası imâm olamaz" dedi. Namâzdan sonra, mescidden çıkıp bilinmeyen bir mi'râc [sür'atli bir merdiven, serî bir asansör] ile, bir ânda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük Peygamberi gördü. Cebrâîl (aleyhisselâm) Sidre'de kaldı ve "ben buradan kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum" dedi. [Sidretü'l-müntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır.] Resûlullah (aleyhisselâm), Cennet'i, Cehennem'i, sayısız şeyleri gördü. "Refref" adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsî, Arş ve rûh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlıyamayacağı ni'metlere kavuşup, bir ânda, Kudüs'e ve oradan da Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hânî'nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi de henüz durmamış idi. Dışarıda dolaşan Ümm-i Hânî ise uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Sabâh olunca, Sevgili Peygamberimiz, Kâ'be-i muazzama yanına gidip mi'râcını anlattı. İşiten kâfirler alay ettiler. Ama Ebû Bekr (radıyallahü anh), Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle: "Yâ Resûlallah! Mi'râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük bir Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni'metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur; inandım. Canım sana fedâ olsun" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), o gün Ebû Bekr'e "Sıddîk" lakabını verdi. O, bu sıfatı almakla, bir kat dahâ yükseldi. Kâfirler bu hâle çok kızdılar. Mü'minlerin îmânlarının kuvvetine, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervâneler gibi toplanmalarına hayret ettiler.