Kibir ve ucba dâir -2-

A -
A +

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhûrlarından Mustafâ Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Bolu'da "Nâiblik" vazîfesi yapan bir kimse vardı; ilmi de çoktu. İstanbul'da dersiâm hocalığı da yaptığından oldukça iddiâlı birisiydi. Mustafâ Sâfî Efendinin de üstün hâllerini duymuştu. Fakat kendi kendine "onun ilmi azdır" diyerek gurûr içinde yanına gitti. Dergâhına varıp içeri girince, edebe uygun olmayan bir şekilde oturmuştu. Mustafa Sâfî Efendiyi tanımadığından, o nerededir? diye sorunca, Mustafa Sâfî Efendi benim demeyip; "Şimdi gelir" dedi. Nâib; "Şeyh Efendinin âlim bir zât olduğunu işittim de, kendisiyle görüşmek için geldim" dedi. Mustafa Sâfî Efendi de; "Onun ilmi azdır" diyerek, Nâibin daha önceden "onun ilmi azdır" şeklinde düşündüğüne işâret etti. Bu konuşmalardan sonra, Nâib bir âyet-i kerîme okuyup tefsîr etmeye başladı. O söz açınca, Mustafa Sâfî Efendi, onun okuduğu âyet-i kerîmeyi üç çeşit tefsîr yaparak açıkladı. Nâib kendi kendine şaşırdı, ilimdeki derinliğine hayrân kaldı ve o anda görüştüğü kimsenin Mustafa Sâfî Efendi olduğunu anladı. Hemen kalkıp edeple elini öptü, sevenleri arasına katıldı... Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, talebeliği yıllarında hocasının dergâhına odun taşırdı. Bir gün yine erkenden dağa gitti. Ormanda yemyeşil çimenli bir yer bulup; "Buradan daha güzel namaz kılacak bir yer yoktur" diyerek orada birkaç rekat namaz kıldı. O sırada gönlüne bir düşünce gelip; "Elhamdülillah! Nice kimseler vardır ki, şu anda gaflet uykusundadır. Onlar ne ibâdet eder, ne Allahü teâlânın emirlerine uyar, ne de harâmlardan sakınırlar. Biz ise çok şükür gücümüz yettiği kadar ibâdet yapıyoruz" deyiverdi. Sonra kalkıp bir müddet gezindi. Birden kulağına Allahü teâlâyı zikreden sesler geldi. Etrâfı dinledi. Bu sesler çok hoşuna gitti. Hemen sesin geldiği tarafa yöneldi. Gördü ki, bir adam baş aşağıya durmuş diliyle Allahü teâlâyı zikrediyor, anıyor. Onun yanına yaklaştı, selâm verdi ve böyle durmaktaki maksadını sordu. O kimse; "Vücûdum bir zaman kıyam üzere ayakta idi. Lâkin ona alıştı. Sonra rükû üzere kaldım, ona da alıştı. Bir zaman da secdede kaldım. Onun da lezzetini alamaz oldum. Şimdi ben ibâdet ediciler ve hamdedenler zümresine katılmak için bu şekilde zikir ve hamdetmeyi bedenime lâyık gördüm. Ben yatsı namazını kıldıktan sonra buraya gelir, bu hâlimle Rabbimi zikrederim" buyurdu. Ömer Halvetî bunları işitince, kendini beğenme hâlini hâtırlayıp, tövbe etti ve pişmânlık içinde hocasının dergâhına döndü. O sırada hocası talebelere vaaz etmeye başlamıştı. Bu durumu kendisi şöyle anlatır: "Hocam benim hâlimi anlamış olacak ki: 'Bâzı insanlar vardır ki, hemen kendisinin yetiştiğini ve çok ibâdet ettiğini söyler. Bir-iki rekat namaz kılmakla öğünür, mânevî dereceler ümîd ederler. Halbuki öyle Hak âşıkları vardır ki, onlar akşamdan sabâha kadar başı üzere durup Rabbini tahmîd (Elhamdülillah demek), tekbir (Allahü ekber demek) ve temcîd (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demek) ederler' buyurdu." Sonra Ömer Halvetî, hocasının yardımı ile dağlarda bu hâl ile hâllenip, Allahü teâlâyı zikreder oldu. Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında; Şeyh Mustafa El-Bekrî şöyle anlatır: "Görüştüğüm büyüklerden birisi de Şeyh Ahmed bin Muhammed'dir. O yalnızlığı, insanlardan uzak kalmayı ve devamlı Allahü teâlâ ile berâber olmayı isterdi. 1710 senesinde Şam'a geldi. Bir grup cemâat ile ziyâretine gittim. Bu sırada elim kalem tutardı. Bâzı kasîdelerim ve mensûr yazılarım vardı. Bana dönerek; "Allahü teâlâ, bir kimseye gerek nazım, gerekse nesir yazma kâbiliyeti verdiği zaman, o kimsenin bunlardan dolayı büyüklenmemesi, kalbini bunlarla meşgûl etmemesi gerekir. Böyle hâller ve düşünceler meydana gelirse, onları yakmalı ve parçalamalıdır. Çünkü Allahü teâlânın katında, daha yüksek derecede ve kıymette olanları vardır" buyurdu. Bu sözleri duyduktan sonra müsâade alıp huzûrdan ayrıldım. Yazdığım kasîdeleri ve tertîb ettiğim yazıların hepsini parça parça ettim... İnsanlar kibirlenince veya ucub hâline girince, Evliyâullah, onların ayaklarını yere bastırırlar. İşte bu iki nakilden bizim alacağımız ders bu olmalı, tevâzudan ayrılmamalıdır.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.