İçerisinde bulunduğumuz Recep ayının 27. gecesi (ya'nî 29 Temmuz 2008 Salı), "Mi'râc gecesi"dir ki, Sevgili Peygamberimizin "İsrâ" ve "Mi'râc" mu'cizesiyle şereflendiği, göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu gecedir... Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir. Nasıl ki, altın madeni bakır, demir, kömür gibi madenlerden çok üstün ise, yine yâkût taşı diğer normal taşlardan çok kıymetli ise, bu gece de diğer normal gecelerden çok üstündür... Resûlullah Efendimiz, "Bi'set-i Nebeviyye"lerinin başından itibâren, 11 yılı aşkın bir zamandan beri, Allahü teâlânın dînini, büyük bir aşk ve şevkle ve son derece büyük bir merhamet ve şefkatle, insanlara teblîğ ediyordu. Ama Mekke halkı, kendilerini dünyâ ve âhirette mes'ûd ve bahtiyâr kılacak olan bu yüce esâslara îmân etmiyor, üstelik Peygamberimize ve Müslümânlara da çok sıkıntı veriyorlardı. Hattâ îmânla şereflenen bu bahtiyâr Müslümânlara işkenceyi iyice arttırmış olup kendilerine ebedî hayât verecek olan yüce dîni de yok etmek istiyorlardı. İşte uzun zamandan beri devâm eden îmân ve küfür mücâdelesinde, inananların sayısı, henüz pek fazla değildi; maalesef çoğunluğu inanmayanlar teşkîl ediyordu. Mİ'RÂCTAN EVVEL OLAN BAZI HÂDİSELER Hem kendisine, hem de Eshâbına uygulanan baskılar, boykotlar, ezâ ve cefâlar hudûdu aşmıştı. İşkenceye tahammül edemeyen bazı Müslümânlar, Resûlullah'tan aldıkları izinle, Habeşistân'a hicret etmişlerdi. Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etmişti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazret-i Hatîce vâlidemizi de kaybetmişti. Hattâ bunlardan dolayı bu seneye "senetü'l-hüzün" veyâ "âmü'l-hüzün" denilir. Resûlullah Efendimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında idi. Yanına Zeyd bin Hârise'yi de alarak Tâif'e gitti. Oranın halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiçbir kimse îmân etmedi, bilakis alay ettiler. Üstelik onları, çocuklara taşlattılar. Resûlullah'ın mübârek bacakları yaralandı. Onu korumaya çalışan Hazret-i Zeyd'in başı kan içinde kaldı. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun bir hâlde Tâif'ten geri dönerlerken, çok sıcak bir sâatte, yol kenârında, bitkin bir hâlde oturdular. Orada bir müddet istirâhat edip, kanlarını sildiler, yaralarını pansuman ettiler. Orada bulunan bir bağın sâhibi, Rebîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe adındaki zengin iki kardeş, köleleri Addâs ile, birer salkım üzüm gönderdiler. Resûlullah, üzümü yerken Besmele okudu. Addâs, o zaman Hıristiyân idi; bunu işitince şaşırdı: "Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl sözdür?" dedi. Resûlullah ona: "Sen neredensin?" diye sordu. "Nineve'liyim" dedi. "Yûnus aleyhisselâmın memleketinden imişsin" buyurdu. "Siz, Yûnus'u nereden tanıyorsunuz? Onu, buralarda kimse bilmez" dedi. "O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi" buyurdu. Köle; "Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allahın Resûlüsün. Yâ Resûlallah, yıllarca bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar; herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak, şehvetlerini yerine getirmek için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gelmek istiyorum" dedi. Resûlullah, tebessüm ederek buyurdu ki: "Şimdi efendilerinin yanında kal. Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel." Bilâhare Mekke'ye doğru yürüdüler ve şehre karanlıkta girdiler. Çünkü her taraf düşmân dolu idi. Gidilecek herhangi emîn bir yer de yoktu. Birkaç ay, Mekke'de çok sıkıntılı geçti. Resûlullah Efendimiz buna çok üzülüyordu. Ne kadar enteresan bir durumdur ki, "İsrâ ve mi'râc mu'cizesi", Tâif seferinden müteessir olarak dönen Peygamber Efendimizin, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur...