Hem büyük İslâm âlimi, Muhammed aleyhisselâmın hakîkî vârisi, zamânının fen bilgilerinde de mütehassıs olan İmâm-ı Rabbânî, Müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî Serhendî'nin, hem de onun oğlu, yine çok büyük âlim ve velîlerden Muhammed Ma'sûm Fârûkî'nin (rahmetullahi aleyhimâ) "Mektûbât" isimli kitâpları çok kıymetlidir. Geçmiş zamanlarda olduğu gibi, Resûlullah Efendimizin vefâtından bin sene sonra da, İslâm düşmânları dîne, îmâna insâfsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ, Hindistân'da, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'yi [v. 1034/1624] yaratarak, o korkunç akıntıyı, bunun çalışmaları ile durdurmuştu. Bu büyük İmâmın (kuddise sirruh) söz ve nasîhatleri, kitâp ve mektûpları, insanları gafletten uyandırdı; dünyâya ışık saldı. Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektûplardan 536 tanesi, 3 cilt hâlinde toplanarak "Mektûbât" kitâbı meydâna gelmiştir. Bu kitâptaki mektûpların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisî'dir. 1392 [m. 1972] senesinde, Pâkistân'da, 3 cildi 2 kitap hâlinde ve hâşiyesinde açıklamalar olarak bastırılmıştır. 1397 [m. 1977] senesinde, İstanbul'da, bu Fârisî baskının fotokopisi bastırılmıştır. "Mektûbât", Muhammed Murâd Kazânî Mekkî tarafından 1302 [m. 1884] senesinde Arabî'ye tercüme edilerek "ed-Dürerü'l-meknûnât" adıyla, 1316[m. 1898]'da, Mekke-i mükerreme'de basılmıştır. 1382[m. 1963]'de de, İstanbul'da fotokopisi basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî ve oğlu Muhammed Ma'sûm'un [v. 1079/1668] "Mektûbât" kitâpları, Müstekîmzâde Süleymân Sa'deddîn Efendi [v. 1142 / 1729] tarafından Farsça'dan Türkçe'ye tercüme edilip, [1277] hicrî senesinde taşbasması yapılmıştır. İstanbul'da Hakîkat Kitâbevi, 1968 senesinde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ının I. cildinin tercümesini, "Müjdeci Mektûblar" ismi ile bastırmıştır. İslâm bilgilerinin deryâsı ve tasavvuf ma'rifetlerinin mütehassısı Seyyid Abdülhakîm Efendi [v. 1362/1943]: "Allah'ın kitâbı Kur'ân-ı kerîmden ve Resûlullah'ın hadîs kitâplarından sonra, İslâm kitâplarının en üstünü, en faydalısı İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât kitâbıdır" ve "İslâm âleminde, İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ı kadar kıymetli bir kitâp dahâ yazılmamıştır" buyurmuştur. Bu kitâpta, îmân ve tasavvuf bilgilerine ağırlık verilmiştir. Bu kitâbı dikkatle okuyan tâlihli bir kimse, kâmil bir îmân, sâlih amel ve güzel ahlâk sahibi olur. Önemli iki mektûb Muhammed Ma'sûm hazretleri, "Mektûbât"ında buyurmuştur ki: [Ehl-i Sünnet i'tikâdında olup, ahkâm-ı İslâmiyyeye uyan bir Müslümân, Allahü teâlânın dostlarını severse, onlardan olur. Allahü teâlâ, hepimize bunları sevmeyi nasîb eylesin! Bu muhabbet sebebiyle, bizleri onların kalblerindeki feyizlere, nûrlara kavuştursun! Kalblerimizi bu nûrlarla doldursun! Seven, dâima sevgiliye kavuşur. Onun gibi olur. Tâlib iken, matlûb olur. Muhabbeti arttıkça, nefsin zararlı isteklerinden halâs olur; beşeriyet sıfatlarından sıyrılır. Allahü teâlânın rızâsına, muhabbetine kavuşur; "Velî" olur...] [C. I, 21. Mektûb] Yine Muhammed Ma'sûm Fârûkî (kuddise sirruh), "Mektûbât"ında buyuruyor ki: [... Küfür, bid'at ve günâh zulmetleri her tarafı kapladı. Herkes, bu zulmetlerin fırtınalarına yakalanıyor. Böyle bir zamanda, bir Sünneti ortaya çıkaracak, bid'atları yok edecek bir kahramân arıyoruz. Peygamberimizin sünnetlerinin ışıkları olmadan, doğru yol bulunamaz. Resûlullaha tâbi' olmadan, kurtuluş olamaz. Tasavvuf yolunda ilerleyerek, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Allahü teâlânın Habîbine tâbi' olmak lâzımdır. "De ki, Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi' olunuz ki Allahü teâlâ da, sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın..." meâlindeki, Âl-i İmrân sûresinin 31. âyet-i kerîmesi, bu sözümüzün şâhididir. İnsânın saâdete kavuşması için, ibâdetlerinde, âdetlerinde, kısacası her işinde dîn ve dünyâ büyüklerinin reîsine benzemesi lâzımdır. Bu dünyâda, herkesin, sevdiğine benzeyenleri çok sevdiğini görüyoruz. Sevgilinin sevdikleri sevilir; düşmânları sevilmez. Bedenle ve kalple erişilebilecek bütün kemâller, yüksek dereceler, Resûlullahı sevmeye bağlıdır. İnsânın kemâli, bu terâzî ile ölçülür. Bunun için, tâatların, ibâdetlerin en kıymetlisi, Allahü teâlânın evliyâsını, dostlarını sevmek ve düşmânlarını sevmemektir. Çünkü, Allahü teâlâyı sevmenin en büyük alâmeti budur... Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, "Benim için, bir amel yaptın mı?" dedi. "Yâ Rabbî! Senin için namâz kıldım. Oruç tuttum. Zekât verdim. İsmini zikrettim" dedi. Allahü teâlâ, "Namâzın sana burhândır [Mü'min olduğuna alâmettir]. Oruç [seni Cehennem ateşinden koruyan] perdedir. Zekât, zıl(gölge)dir. Zikir, nûrdur. Benim için ne yaptın?" buyurdu. "Yâ Rabbî! Senin için olan amel nedir?" dedi. Allahü teâlâ, "Sevdiklerimi sevdin mi? Düşmânlarıma düşmân oldun mu?" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın en çok sevdiği amelin, "Hubb-i fillâh ve Buğd-i fillâh" olduğunu anladı...] [C. I, 22. Mektûb]