Basîret sâhipleri için cenâze, ölü bir ibret levhasıdır. Cenâzelerde hatırlatmak ve gaflette olanları uyarmak vardır. Ne yazık ki, gaflettekiler dâima başkalarının cenâzelerini göreceklerini ve kendilerinin ölmeyecekmiş gibi kalacaklarını sanarak gafletleri artar. Kendilerinin de tabuta girip taşınacaklarını hesâba katmazlar. Bunu düşünseler de, çok daha sonra olacağını sanırlar. Tabutlarda taşınan dostlarının da, hayatta iken aynı görüş ve düşüncede olduklarını akıllarına getirmezler. Halbuki onların bu zanları boşa çıktı. Bir tabutun geçtiğini gören kimseye yaraşan, tabut içerisinde kendisini farz etmesidir. Çünkü mutlak surette kendisi de oradan geçecektir. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını hatırdan çıkarmamalıdır. Ebû Turâb-ı Nahşebî hazretleri buyuruyor ki: "Bugünü düşünürüm, dün geçti, yarın var mı?/Gençliğe de güvenmem, ölen hep ihtiyar mı?" CAN VERME ACISI!.. Can verme acısı, dünya acılarının hepsinden daha acıdır. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görüp, onların zevki ile yukarıda bildirilen can verme acısını duymaz. Rûhu tereyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Ni'metlere kavuşur. Her Müslümanın, ölüme hazırlanması lâzımdır. Bunun için de, tövbe etmeli, kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Kimseye kötülük yapmamalı, herkesi tatlı dil ve güler yüz ile karşılamalı, kalb kırmamalı, kimse ile münakaşa etmemelidir. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en mühimi, İslâmın beş şartını yerine getirmektir... İnsan, bu dünyada kalmak için yaratılmadı. Dünyada iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da kazanıp da ölen bir kimse için korkacak bir şey yoktur. Hattâ böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir. Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek felâkettir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlânın hidâyet ettiğine vâiz olarak, ölüm kâfidir.) İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki: "Ölüm büyük bir iştir, büyük bir tehlikedir. İnsanlar bunu bilmiyorlar. Hâtırlasalar da kalblerine fazla tesir etmiyor. Çünkü kalbleri dünya meşgalesine öyle dalmıştır ki, kalblerinde başka bir şeye yer kalmamıştır. Bundan kurtuluş çâresi, bazen bir yere çekilmek ve bir saat kadar kalbini dünya meşgalelerinden uzak tutmaktır. Nitekim ıssız sahralarda dolaşan bir kimse, başkalarından kendisine bir yardım geleceğini düşünmez, başının çâresine bakar, önceden tedbir alır. İşte tenha bir yerde oturup kendi kendine demelidir ki: Ölüm yaklaştı, belki bugün gelir. Eğer sana bilmediğin karanlık bir mağaraya gir deseler, 'İçerisinde kuyu var mı? Yoksa zehirli veya yırtıcı hayvana rastlar mıyım veya ne var, ne yok bilmiyorum' diyerek, dizlerinin bağı çözülür. Ölümden sonraki işin, mezardaki korkulu hâlinin bundan aşağı olmadığı, gün gibi meydandadır. Bunu düşünmemek ne biçim bir cesarettir. Bunun en güzel çâresi, ölen arkadaşlarına bakmak, onları düşünmektir..." Ölüm saati!.. Padişahın birisi çölden geçiyormuş. Dört direk üstü bez bir çardağın içinde birisi yatıyor. Adam, padişahı görünce ayağa kalkmamış. "Sen neden kalkmadın, beni tanımadın mı?" diye sormuş padişah. Adamcağız, "Tanıdım" demiş. "Peki, neden kalkmadın ayağa?" deyince, derviş "Neden kalkayım ki, sen de zavallı bir kulsun, ben de. Senden kimin menfaati varsa, o seni görünce ayağa kalksın" diye cevap vermiş. Padişah afallamış, "Sen hikmet ehli, ermiş birisine benziyorsun; peki bana ne nasihat verirsin?" demiş. Derviş, "Arkana bak!" demiş. Padişah dönüp bakıyor, ancak arkasında kimse yok! "Kimse yok ki" deyince, derviş "İşte senin gören gözlerin farklı görüyor!" demiş. Padişah "Peki sen kimi görüyorsun?" deyince, derviş şu ibretli cevabı vermiş: "Azrail aleyhisselamı görüyorum, senin ölüm saatini, tık tık işletiyor, sayıyor!.."