Sayın Vehbi Dinçerler Milli Eğitim Bakanı iken, Japonya'dan gelen bir grup resmi konuğu ağırlar. Sohbet sırasında Vehbi Bey, Japon Heyet Başkanı'na sorar; "Çocuklarınızda, gençlerinizde milli kişiliklerinizi, değerlerini nasıl koruyor, nasıl eğitiyorsunuz?" Japon anlatır, bizim heyettekiler hayretler içinde dinler: - Çocuklarımız okula başlamadan onları gruplar halinde çok hızlı trenlere bindirerek, 200 km hızla ülkeyi şöyle bir dolaştırırız. Sonra Amerikalıların attıkları atom bombasıyla harabeye dönen Hiroşima'ya götürürüz. Burada onlara deriz ki "Çalışırsanız, bizimkilerden daha hızlı teknolojiler geliştirirsiniz. Geriye değil, ileriye gidersiniz. Çalışmazsanız, düşman gelir sadece bir kentinizi değil, bütün ülkeyi bu hale getirir. Takdir sizin. "Hepsi bu. Özel bir şey yapmıyoruz." Pür dikkat bizimkiler. Japon anlatmaya devam eder: - Sizde bizden çok daha önemli yerler var. Mesela Çanakkale. Gençler ilk mektebe gitmeden bu bölgeyi görmeli. Sizin, İtilaf devletlerine karşı gösterdiğiniz kahramanlık bir destan gibi. Gençler bunu iyi bellemeli. Yedi düvele karşı çarpıştınız. Teslim olmadınız. Bunu izah etmek öyle pek kolay olmuyor Çanakkale Boğazı'nı görmeden, bilmeden, tanımadan. Gerçekten Çanakkale Savaşı'nın olduğu bölgeyi acaba kaçımız gördük. Görünce kafanızda çoğu şeyin değiştiğini, gururla mazinize baktığınızı ve ecdadınıza lâyık olmak için daha fazla çalışmak ve üretmek ihtiyacı hissedeceğinizi söyleyebilirim. Çanakkale Savaşı'nı anlamayan, İstiklâl Marşı'nı hiç mi hiç algılayamaz bile. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başlayan Kurtuluş Savaşımızda en içten ağlayan biriydi Mehmet Âkif Ersoy. Haykırandı, yüreği titreyendi. Çanakkale "çelik zırhlı duvar" ile "iman dolu göğsün çarpışması"dır. İngiliz ve Fransızlar sömürgelerinden ülkemize karşı savaşmak üzere getirdikleri Müslüman askerleri kamplarda eğitiyorlardı. İşte, Âkif Teşkilat-ı Mahsusa'nın kendisine verdiği bir görevle, Müslüman liderlere ve topluma telkinde bulunacaktı. Görevini başarıyla da yaptı. Strateji ortaya koydu. Ümidini hiç kaybetmedi. Oysa gelişmeleri yüreği ağzında izliyordu. Hem kendine, hem herkese "Korkma" diyordu bütün gür sesiyle. Mehmetçik gerçekleşmesi zor olanı yaptı. Çanakkale'de. Fakat Mondros Mütarekesi'yle İtilaf devletleri gelip İstanbul'a yerleştiler. "İnler, Safahat'ımdaki hüsran bile sessiz" diyen Âkif, herşeye rağmen ümit aşılamaya, ufuk göstermeye devam etti "Türk istiklâlsiz yaşayamaz." Nitekim öyle oldu. Dizelerinde de yaşadığını aktardı. - Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım! Ülkenin fotoğrafını çok iyi okudu Mehmet Akif. Bugün de sosyal ve siyasal alanda aynı şeyleri yaşıyoruz. Dolayısıyla Akif'e, Safahat'a daha fazla ihtiyacımız var. İstiklâl Marşı'nın mesajını iyi algılamamız gerek. Üstelik "değişemeyeceği" Anayası'nın hükmü ancak gücü kendinden menkul. 7 Ciltlik Safahat'a İstiklal Marşı'nı koymadı. "Kahraman Ordumuza" ithaf etti. "O benim değil" dedi. Sonra bütün ruhumuzla "amin" diyeceğimiz bir dilekte bulundu "Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın" Yazdırmasın ama, hiçbir ülkede İstiklâl Marşı'nın yazıldığı yer sahipsiz değildir. Tam tersi cazibe merkezidir. Bizde ise Taceddin Dergahı bugün için ilgi bekliyor. Hemen Müze olmalı. Yanındaki ruhsatsız 14 katlı bina mahkemenin yıkım kararı gereğince yıkılmalı. Çevresi tanzim edilmeli. Âkif'in hatırasının olduğu her yerde adını taşıyan okullarla "hemşehrilik" anlaşması yapılmalıdır. Mesela Taceddin Dergahı'yla Başkent't#ki Mehmet Âkif adlı okullarımız gibi. Gençlere bu heyecanı vermeliyiz. Balıkesir'de de öyle, Kastamonu'da da İstanbul ve Konya'da da. Yoksa hamasetten ileri gidemez, "kriz"lerle boğuşur dururuz. Parlamentomuzun da eski Burdur Milletvekili Mehmet Âkif Ersoy'un hatırasına daha fazla sahip çıkması, eserlerini gençlere aktarması "ivedi" bir görevi gibi. Yoksa, yetiştiremediğimiz nesillerden hep şikayet eder dururuz. Türkçe ilim dili mi? YÖK Başkanı Prof. Kemal Gürüz'e göre değil. En uzun süreli başkan Gürüz dönemi. Üniversitelerimizde ilimin yerini suskunluk aldı. Ülke çoğu sektörde sıkıntı yaşarken, akademisyenlerimiz susuyor. Sorunlar karşısında dilsiz, gönülsüz, tıkanık. Kendine mevcut durumu yakıştıramayan öğretim üyeleri teker teker istifa ederek, ayrıldı. Üniversitelerin içi boşaltıldı. Geridekiler ise geçim sıkıntısıyla hemhal. Yarını değil, bugünü nasıl geçireceğinin endişesinde. Mezun olan gençler ise işsizler ordusuna yeni isimler olarak kaydediliyor. Bir o kadar öğrenci de üniversiteye girmek için kurslarda dirsek çürütüyor. YÖK SORUNA ÇÖZÜM ARAYACAĞI YERDE, ŞİMDİ ÜNİVERSİTE KAPATMA HEVESİNE KAPILDI. 4500 öğrenci kapasiteli Fatih Üniversitesi "pek çok gizli denetim" ile topun ağzında. Suçu ilim yapmamak değil üstelik. Rüşvet, suiistimal, hortumlama falan hiç değil. "Üniversite kapatan ülke" olmak benim hoşuma gitmiyor. Ya sizin?