Sultan Murad Han, o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: -Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var? -Akşam garip bir rüya gördüm. Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. Ve iki molla kılığında yola koyulurlar. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar; -Kimdir bu? -Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın biri işte!.. -Nereden biliyorsunuz? -Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası "Biliyor musunuz" der. "Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. -İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu "Nereye" diye; -Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. -Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle defini tamamlamak gerek, diyerek yüklenirler cenazeyi ve gelirler Fatih Camii'ne. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş, ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... O arada tebdil-i kıyafet içindeki padişah, sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. -Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından... -Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!.. -Niye? -Ümmeti Muhammed içmesin diye... -Hayret... -Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı İlmihal. Hücceti'l-İslam okurdum... -Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki... -Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe'yi görmeli... -Öyle imam kaç tane kaldı şimdi? -İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada... -Doğru, öyle ya?.. -Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? -Peki o ne dedi? -Önce uzun uzun güldü, sonra; -Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne? Sevgiyle...