Evvel zaman içinde... Arzu ile Kamber, üniversiteyi Türkiye'nin en iyi okullarında, en iyi derecelerle bitirmiş iki gençti. İkisi de YÖK bursu ile ABD'ye master ve doktora yapmaya gitmişlerdi. Biri A üniversitesi hesabına, diğeri B üniversitesi hesabına gönderilmişti. Birbirlerini Amerika'da tanıdılar, sevdiler.. Yıllar yılları kovaladı. Yedi sene sonra doktora diplomalarını aldılar. Ardından evlendiler. Arkadaşlarının pekçoğunun aksine memlekete dönmek için hazırlığa başladılar. "Dönmeyin!" diyen çok oldu. Aldırış etmediler, "Hele gidelim, memlekette yapılacak iş çoktur. Çalışan orada da kazanır." diyerek pılıyı pırtıyı toplayıp geldiler. Arzu çalışacağı A üniversitesine, Kamber de B'ye yollandı. İki okul, iki şehir arasında karayolu ile 7 saat mesafe vardı. İşe başladılar. Eş durumundan tayin için de müracaatlarını yaptılar. Bir iki ay içinde tayinin gerçekleşeceğini düşünüyorlardı. İkisi de mutluydu, neşeliydi. Kamber'in okulunun bulunduğu şehre yerleşmeyi plânladılar, ev tuttular. Bir ay, iki ay, üç ay, beş ay, yedi ay derken bir sene geride kaldı. Tayin hâlâ yapılmamıştı. Sabırla beklemeye devam ettiler. Arzu her haftabaşı yedi saatlik bir otobüs yolculuğu ile üniversitesinin bulunduğu şehre geliyor, orada otelde kalıyor, hafta sonunda yine otobüse atlayıp evlerinin bulunduğu şehre dönüyordu. Bu gidiş gelişler kendisini hem bedenî, hem ruhî olarak yormuştu. Üniversitedeki işinin başına geçtiğinde çalışmak için moralinin de, enerjisinin de azaldığını hissediyordu. Üstelik ekonomik olarak da sarsılıyordu. Aldığı maaş otobüs, otel ve yemek parasına ancak yetiyordu, hatta son zamlarla birlikte yetmemeye başlamıştı. Kamber deseniz şaşkındı. Karısı bir tarafta, kendisi bir tarafta devam eden düzensiz, sıkıntılı hayat onun da çalışma şevkini kırıyordu. Bir sene dişini sıktıktan sonra yavaş yavaş geldiğine pişman olduğunu söylemeye başladı. Amerika'da çok başarılı bir ihtisas eğitimi yapmış, önlerine çıkan bol dolarlı işleri ellerinin tersiyle itmiş, hizmet edelim diye vatana dönmüş, fakat neden döndünüz der gibi adeta cezalandırılmışlardı. Diploma, derece, başarı hâneleri zengindi ama "arka" ve "adam" durumları fakirdi. Bütün istedikleri eş durumundan tayindi. Ne maaşlarına zam istiyorlardı, ne mesai saatlerinin azaltılmasını talep ediyorlardı, ne iltimas, ne kayırma, ne torpil istiyorlardı. Sadece eş durumundan tayin bekliyorlardı. Tayinin yapılması için "normal" yollardan "normal" mercilere başvurmaya devam ettiler. Arzu her hafta otobüsün müdavimi olarak 7 saat gitti geldi; sinir sistemi, sindirim sistemi bozuldu. Okuldaki işinde ne kadar verim sağlayabiliyordu, tartışılır, okul idaresi belki verim falan da beklemiyordu zaten. Kamber de karısının çektiği yol çilesine şahit ve ortak olmaktan yorgun ve verimsiz düşmüştü. Amerika'daki okullarında göze girmiş, göz doldurmuş, saygı görmüş iki genç kendi vatanlarında "Bugün git yarın gel!" mantığıyla oyalanıyor, baştan savılıyor, umursanmıyordu. Bir sene önce vatana gelirken hiç de böyle bir sonuç düşünmemişler, bir "eş durumundan tayin" işinin bu kadar uzayacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. "Madem..." dediler, karı-kocanın aynı şehirde çalışması sağlanamıyor yahut önemsenmiyor, yurtdışına burs ile gönderilen öğrencilerin imzaladıkları taahhütnâmeye bir madde ilâve etsinler: "Tahsiliniz sırasında evlenecek olursanız sizinle aynı okul nâmına gönderilmiş birini bulun." Halihazırda yurtdışında okumakta olan arkadaşlarının da kulağını çekiyorlar: "Evlenecekseniz ya kendi okulunuzdan birini bulun ya da 'adamını' bulun." İhtimal kendilerinin durumunda binlerce insan vardı memleket sathında. Çarkın dönmesi için şart olan bazı basit kararların bir türlü alınamaması, işleri yokuşa sürmek, torpille iş görmek, vatandaşa bürokratik eziyet etmek âdetten miydi acaba? Ekonomik krizden kurtuluşun yolları açıklanıyordu amma bu bürokrasi krizinden nasıl kurtulunacağını kimse düşünmüyor muydu? Hâlâ beklemeye devam ediyorlar. Can burunlarının ucuna gelir de yetti artık deyip çeker giderler mi bilmem. Gökten üç elma düştü... Şimdilik hiçbiri onların başına rast gelmedi.