Bayram günleri dostlar, arkadaşlar, akrabalar arasında tebrikleşmelerle gelip geçti. Eskisi gibi süslü kartlarla değil, telefon konuşmalarıyla, cep telefonu mesajlarıyla, e-postalarla... Hele e-posta bir yeni âlem! Hiç tanımadığınız, muhtemelen tanımayacağınız insanlardan da geliyor ve hoş oluyor. Bazen aynı mesaj bir parmak dokunuşuyla bir düzine kişiye, on düzine kişiye gönderilse de bu yeni moda birlik, beraberlik halinden, paylaşma usulünden şikâyetçi değiliz. Herkes bayramın hayırlara vesile olmasını, Türk ve İslâm dünyasının yüzünü güldürmesini temenni etti. Herkes birbirinin bayramını kutladı, tebrik etti, mübarek olsun dedi; sağlık, âfiyet, mutluluk, ağız tadı, gönül huzuru diledi. Lügatimizdeki bilumum müsbet mânâlı kelimeler dile geldi. Bazen şuuruna varmadan, bir tebrik kartı cümlesi olarak yazılıverse de bütün dileklerin gönderildiği makam Cenâb-ı Allah'tır. Masallarda peri kızı, peri padişahı, şişedeki cin falan, "dile benden ne dilersen!" der insanoğluna, ama bizim inancımızda ancak Allah'tan bir şey dilenir. Her dilek bir duadır aslında. Bugün dokuz günlük tatilden sonra işe başlama günü. Bir yerde okumuştum, istatistiklere göre intiharlar en fazla pazartesi günleri olurmuş. Bu durum hafta sonunun rehâvetinden sonra işe başlama -ya da başlayamama!- sendromu olarak yorumlanıyor. Pazartesi günleri bunalıma girmek akıl sahibi insanlardan, aklî dengesi yerinde insanlardan beklenecek bir davranış değil elbette. Ama dokuz-on günlük tatilden sonra işbaşı yapmak da sanırım bir parça zor gelecektir. Aman aklınıza mukayyet olun derken, uzun tatilin geride kaldığı şu günde bayram boyunca aramızda gidip gelen dilekler ne durumda, sağlığımız, âfiyetimiz, ağzımızın tadı, gönlümüzün huzuru yerinde mi diye düşünmek istedim. Bu bayram küçükbaş ve büyükbaşların yanı sıra kanatlılarla geldi geçti. Memleketimin insanlarının kimi kaçan danaların peşinden koştu, kimi kaçan tavukların... Kuş gribi memleketin üzerinde kuş misali dolaşıp duruyor. Amerikan televizyonlarında bayram günlerinde peş peşe iki Türkiye haberi veriliyordu. Birincisi kuş gribi manzaraları, ikincisi M. Ali Ağca'nın serbest kalışı. (Bundan sonra bir müddet de Ağca'nın peşinden koşulacağa benziyor). Kuş gribi Amerikalı uzmanlara, bundan önceki salgını, yani 1918 gribini hatırlattı. Dünyada "İspanyol Gribi" diye de bilinen bu kuş gribi salgını bir yılda Amerika'da 675 bin insanın ölümüne sebep olmuş ki "Birinci Dünya Savaşı'nda kaybettiğimizin on katı" diyorlar. Düzine düzine gaz kazanlarına atılan, hele vahşet denebilecek usullerle itlâf edilen tavuklara, güvercinlere mi yanalım; hâlâ onlarla kucak kucağa yaşamaya devam eden çoluk çocuğa mı şaşalım? Diri diri yakılan ya da gömülen tavuklar, bakıyorum da, "kurban kesmek câniliktir" diye ayaklanan ya da şehirlerde başıboş gezinen köpeklerin hâmisi kesilen kimi "duyarlı vatandaşlarımızın" kılını kıpırdatmadı. "Dinî bir mesele olmasın da hayvanlara ne yaparsanız yapın" ya da "canı kıymetli hayvan şehirdeki köpeklerdir" sonucu mu çıkacak buradan? Bir de, Mekke'de şeytan taşlama mahallinde izdiham, üçyüz küsur can kaybı, binden fazla yaralı... "Ne mutlu mukaddes beldede vefat ettiler" diyerek kendimizi teselli etme hakkımız var mıdır? Yoksa ihmallere, tedbirsizliklere, cahilliklere esef etmek, yeni tedbirler için davranmak daha mı akıl kârı olur?