Birleşen yollar

A -
A +

Geçen yaz Avrupa'da şahit olduğum ulaşım kolaylığı karşısında "burası bir devlet olmuş bile" diye düşünmüştüm. İtalya'dan arabasına binen İsviçre'ye alış verişe, Avusturya'ya akşam oturmasına, Almanya'ya hafta sonu tatiline gidiyordu. Ülkelerin sınırı olan yerlerde iki kulübe, iki ülkenin bayrağı ve birkaç polis... Polisler arabaları ile gelenlere şöyle bir bakıyor, durdurup pasaport bile sormuyordu. Öylece geçip gidiyordunuz. Arkanız İtalya, önünüz İsviçre... En kötü ihtimalle pasaportlara bakıldığını öğrenmiştim. Hatta Amerika'dan, önce Düsseldorf'a indiğimde "yabancı bir diyardan, başka bir devletten" geliyor olduğum için pasaport kontrolüm yapıldı, fakat Düsseldorf'tan bindiğim uçaktan Milano'da indiğimde hiçbir kontrol olmadan, "bu bizim diyarın uçağı ile, bizim oradan geliyor" diyerek ülkelerine buyur etmişlerdi de çok şaşmıştım. Sanki New York eyaletinden California eyaletine gider gibi. Avrupa, neredeyse ikinci bir ABD olmuştu: Avrupa Birleşik Devletleri. Gidemediğin yer senin değildir. Memleketimizin dört bucağını, yol yaparak rahatlıkla, güvenle gidilebilir hale getirmek elbette önemlidir, ilk adımdır. Ancak 21'inci asırda ülkelerin sınırları da aşılmaz duvarlar olmaktan çıkıyor. Bu sonuca giden yol, "yol"dan geçer. Otuz sene önce Avrupa'ya gittiğimde de ülkeler arasında mükemmel bir kara ve demir yolu ağı vardı, o vakitler Avrupa Birliği adı henüz gündemde değildi ama Avrupalılar ülkeden ülkeye rahatça, serbestçe, güvenle gidip geliyorlardı. Avrupa Birliği bana herşeyden önce yol ile başlamış gibi gelir. Tam on sene önce 2 Mart 1992'de, Birleşmiş Milletler'in Genel Kurul salonunda, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin bağımsız devletler olarak tanınma törenini takip ederken gözlerimin önünde canlanan tablolarda da yol vardı hep. İstanbul'dan, Ankara'dan Bakü'ye, Tahran'a, Taşkent'e, Semerkant'a, Bişkek'e, Almatı'ya, Duşanbe'ye... Kerkük'e, Bağdat'a, Şam'a, Beyrut'a, Amman'a, Mekke'ye, Medine'ye... Saraybosna'ya, Üsküp'e, Priştina'ya... Üç geliş, üç gidiş otoyollar... Yol boyunca lüks dinlenme tesisleri... Moteller, kamp arazileri... Arabanıza binip gidiyorsunuz, sınırdan geçerken sınır polisine selâm veriyorsunuz, pasaport bile sormuyor. Yorulduğunuzda dinlenme tesislerinde mola verip bölgenin nesi meşhursa yiyor, birkaç hediyelik eşya alıp fotoğraf çekip yola devam ediyorsunuz, gerektiğinde otellerde kalıyorsunuz. Sonra demiryolları ağı. Hızlı, konforlu trenler... Küçük Asya, Orta Asya ve Orta Doğu coğrafyasının insanları, hepsi aynı dini, büyük bir kısmı aynı dili paylaşan insanlar serbestçe, rahatça, güvenle, zevkle seyahat ediyor, tanışıyor, görüşüyor, dost oluyor, alış veriş yapıyor, ticaret yapıyor. Böyle bir tablo canlanmıştı gözlerimin önünde. Düşünebiliyor musunuz, kara yoluyla Hacca gitmek yasak! Türkiye'den arabanıza atlayıp etrafı göre göre Mekke'ye, Medine'ye gidemiyorsunuz. Çünkü yol tekin değil! Savaş bölgeleri, sınırlar dikenli tellerden, emniyet yok, yeterli tesisler yok, doğru düzgün otoyol bile yok... Müslüman ülkeler için bundan büyük ayıp olur mu? ......... Atatürk Havalimanı Halkla İlişkiler Müdürü Sayın Filiz Acar Dış Hatlar Terminali'ndeki dükkânlarda yabancı çay paketleri arasında yerli çay bulamadığımdan yakındığım yazı üzerine e-posta mesajı göndererek açıklama yapmak nezaketini gösterdi. Teşekkür ediyorum. Havalimanının, meselenin şuurunda idarecileri olduğuna göre eksiklik giderilecektir, bir dahaki seyahatimde yerli çay bulacağıma eminim.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.