Yabancı bir ülkeye uzun süreliğine gittiğinizde ilk zamanlar 24 saat gurbeti, garipliği hissedersiniz. Rüyalarınıza vatan girer, gündüz her yer size yabancı gelir. Rüzgâr eser, yapraklar hışırdar, hüzünlenirsiniz, tek yaprak kımıldamaz hüzünlenirsiniz, kumru öter gözleriniz ıslanır, yağmur sesi duygulandırır, pırıl pırıl gökyüzünde hızla giden bembeyaz bulutları görürsünüz, "bizim tarafa gidiyorlar" diye gözleriniz dalar. Gurbeti hissetmek için etrafınızdaki herşeyi kullanırsınız. Şöyle de diyebilirim: Etrafınızdaki herşey size sılayı özletir. Sonra yavaş yavaş "alışmak" dediğimiz o sihirli kelime tesirini göstermeye başlar. İnsanın en büyük kaabiliyeti alışmak. Alışmanın ne demek olduğunu hapishânedekilere, hastahânedekilere, bir de gurbettekilere, bana sorun. Yabancı bir ülkede yaşamak için, hayatı insanca, medenîce devam ettirmek için birçok şeye alışmak zorundasınızdır. Aylar geçmeye başladığında gariplik çekilen saatlerin sayısı da azalmaya başlar. Çalışmanız gerektir, okumanız gerektir, çocuk büyütmeniz gerektir, alışverişe, misafirliğe, hastahâneye, postahâneye gitmeniz gerektir. Bu işler gününüzün mühim bir kısmını doldurur, arta kalan zamanlarda içiniz yine ezilmeye devam eder, gurbet fikri günün bir vaktinde mutlaka ensenize yapışır. Belki bir memleket türküsü, belki bir taksim, bir peşrev, bir oyun havası dinlerken alıp başınızı gidersiniz bir anda. Yıllar yılları kovaladıkça gariplik çekilen saatlerin sayısı daha da azalır. Artık şarkılarla, türkülerle de hüzünlenmez olursunuz. Hele artık 24 saat Türk televizyonları, internet, şu, bu... Fertlerin ruh yapılarına göre bu azalma hızı farklıdır. Kimi bir iki yılda, kimi beş on yılda gariplik çekme süresini asgarîye indirir. Fakat bir "zaman" vardır ki o asla "alışmak" kelimesinin tesir sahasına girmez. O zaman "bayram"dır. Bayramlar... Bayramlar gurbette asla "bayram" olmaz. Gurbette bayrama alışılmaz. Adeta, başlangıçta 365 gün, 24 saatin içine dağılmış olan gurbet duygusu çekile çekile gelir, bayram günlerinde toplanır. Bayram günleri bütün yılın, yılların garipliğini yüklenir. Yıllar geçse de, "Bayram gelmiş neyime" havası sürer gider. "Bayram"ın bir takvim işareti olmadığını en iyi yabancı bir ülkede anlarsınız. (Ve bayram tatillerinde yabancı ülkelere gidenlere şaşarsınız). Ahmet Rasim bir fıkrasında ne hoş bir bayram sabahı havası canlandırıyor! Gelin, benim iç karartıcı satırlarım yerine onu hatırlayalım. Bayramınız kutlu olsun! O ne telâş: - Peştamal nerde? Tülbent getirin, öd ağacı yakın, gül suyu serpin. - Çengeli tak! Çukuru kaz! Bıçaklar hani ya? Masad! Masad! Verin masadı! - Çocuklar, mutfağa bakın! - Ayol! Küçük hanım! - Dadı! Teyze! Anne! Satır nerde? - Ay şaşırdım! İlâhi kör ol kedi! Yiyemez ol! - Şimdi ha! Baksana Ahmet Ağa! Şu oğlana böbreği çıkarıver! Aşçı kadın! Büyük tencere ne cehenneme gitti? - Hu! Efendi kahve istiyor. - Hah işte sırası! Aman!... Tütününden, kahvesinden bıktım. İşte biliyor, işimiz var. İspirto yanında! Aman erkekler!....... Yahu! Bir külbastı yapın. İşte böyledir!... İş arasında iş!... (Büyükhanımın elleri dizinde:) Bizim Durmuş ne cehennemde? Hasan nerde? Ayol, yollasanıza! Bana bak o budu Tarandil'e ayırın!....... Benimkinin budunu Hoca efendiye götürsünler... (Yukarıdan kalın bir ses:) Yahular! Bir parça kavurma yok mu? - Anne görüyor musun? Hiç dili duruyor mu? Aman Allah!... (İnce bir bağırtı:) Aman!... Elim!... Aman!... Ne oldu oğlan?... Aman hanım nine!... Acıyor... Yandı... Oh olsun! Acelen ne? Patladın mı? Sahana alsınlar da ondan sonra yiyeydin...