Oniki sene önce Türkiye Gazetesi'nde, bu köşede yayımlanan ilk yazımın başlığı "Sarı kurdelem sarı" idi. Körfez Savaşı günleriydi. Bağdat ateş altındaydı. Christian Amanpour, füzelerle dövülen Bağdat gecelerini arkasına alarak, ağzından iri iri dökülen kelimelerle konuşurdu. Körfez Savaşı sırasında Amerika'da sarı kurdeleli günler yaşanmıştı. Evlerin, dükkânların kapılarına, arabalara, ağaçlara, elektrik direklerine, hatta elbiselere, şapkalara, çantalara, aklınıza gelebilecek her yere sarı kurdele takılıyordu. Boy boy, kimi parlak satenden, kimi pamuktan, kimi naylondan, hatta kâğıttan... Manhattan'da sivil toplum kuruluşları yoldan gelen geçenlere bedava sarı kurdele dağıtırdı. Atölyeler piyasaya sarı kurdele yetiştirmekte zorlanıyordu. Şimdi Bağdat yine ateş altında. Christian Amanpour -hiç de yaşlanmamış- yine iri iri konuşuyor. Bu sefer Amerika'da sarı kurdele pek az. Ben oniki sene önce de New Jersey'de yaşıyordum, şimdi de. Dolayısıyla aynı çevrelerdeki tavırları gözleyebiliyorum. Şimdi sarı kurdeleyi tek tük görüyoruz. Afganistan harekâtında da sarı kurdele yoktu, o zaman her taraf ABD bayrakları ve bayrağın renkleri olan kırmızı, mavi, beyaz kurdeleler ile donanmıştı. Hatta ben, Körfez Savaşı'ndaki sarı kurdeleli manzaraları hatırlayarak, kendi kendime, "İkiz Kuleler'in bombalanmasının şoku Amerikalılar'a sarı kurdeleyi falan unutturdu" yorumunu yapmıştım. Sarı kurdele, o tatlı rengine rağmen barış sembolü değil; giden ordulara destek vermenin, askerlere "sağ salim dönün, ölmeden gelin, sizi bekliyoruz" mesajı vermenin ifadesi. Kurdelelerin azlığı bu defaki harekâta Amerikan halkının desteğinin az olduğunu gösteriyor. Rakamsız bir kamuoyu yoklaması. Televizyonların, seyircinin moralini bozmamak için o kadar filtreleyerek verdiği görüntülere, gazetelerdeki kahramanlık duygularını coşturan fotoğraflara, devlet adamlarının neşeli, heyecanlı, hamâsî konuşmalarına rağmen Amerikan halkı bu harekâta Körfez Savaşı'na olduğu gibi destek olmuyor. Belki de "Piyanist" filmine de, Irak Savaşı'nı hoş görmeyen tavrından ötürü rağbet göstermiyor. Biliyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı'nda Polonya'da Nazilerin Yahudiler'e yaptığı zulmü konu alan "Piyanist" en iyi yönetmen ve erkek oyuncu Oscar'larını aldı. Buna rağmen, gösterime girdiğinden bu yana filmin, en çok seyredilenler listesinde oturduğu en üst sıra onbirincilik oldu; daha ziyade onbeşinci, on yedinci sıralarda geziniyor. İnsanların şuuraltında savaş görüntülerinden uzak durmak güdüsü oluştu belki de. Acı olayların ardından "hayat devam ediyor" deriz. Öyledir, felâketler ne kadar büyük de olsa kalanlar için hayat devam eder. "Ateş düştüğü yeri yakar" deriz. Ateş düştüğü yeri ne kadar yakıp kül etse de küllerin içinde, küllerin etrafında hayat devam eder. Hayatın devam etmesi insanların acıkması, susaması, uyuması, gülmesi, konuşması demek. Basra'da Basralı gençlerle İngiliz askerler futbol maçı bile yapmış! Yine de yanıbaşımızda bu kadar korkunç acılar yaşanırken bazı insanların eğlence dozunu hiç düşürmemelerini, ekranlarda hâlâ aynı şiddette göbek atılmasını yadırgıyorum. Yüzde 99'unun savaşa karşı olduğu söylenen bir ülkede nedir bunca keyif, bunca cümbüş? Savaşa karşı olmak, savaşın mağdurlarının ıstırabına birazcık olsun saygı göstermeyi gerektirmez mi? Oturup cümleten yas tutalım demiyorum ama yürek parçalayıcı Irak manzaralarının arasında, alay eder gibi böylesine şakır da şakır kıvırtmak, kusura bakmayın, edepsizliktir. Savaş ve medya münasebetleri tartışılıyor, bunu da tartışın lütfen.