Eskiden "sıcak başına vurdu" derdik, şimdilerde fiyakalı bir ismi var: Termal stress! Belirtileri: Zihnî yorgunluk, çabuk sinirlenme, geç algılama, nefes sıklaşması. Yani ey millet! Kendinize mukayyet olun! Televizyon haber veriyor. Aşırı sıcak dalgası varmış. Çocukların ve yaşlıların bilhassa dikkat etmesi, gündüz saatlerinde dışarı çıkılmaması, bol miktarda sıvı alınması falan tavsiye ediliyor. Demek ki aşağılarda hava sıcak! 2000 küsur metre yükseklikte, sobalarda çıtır çıtır yanan odunlarla ısınırken sıcak hava haberleri dinlemek, güneşten yananları seyretmek de bir garip oluyor. Yaylaya çıkmak dünyadan kopup gitmek. Dağların 2000-2500 metre tepelerindeki yemyeşil düzlüklerde hayat yerdekinden farklı. İnsanlar arası münasebetler farklı, iş hayatı farklı, zevkler, dertler, sesler, kokular farklı. O kadar yüksekte, bir tarafı uçurum, bol taşlı, dar bir yolda arabamız bozulunca ansızın çöküveren sisin, -hayır bulutların- arasında iki kişi birbirini göremez hale gelmişken, bulutların içinden bir düzine adam peyda oldu. Bir an, bin sene önce Pamir Yaylası'nda mahsur kalmışız da, Tarkan -ya da Karaoğlan- ve yoldaşları tarafından kurtarılıyoruz sandım. "Burası belde-i mübâreke! Burda sıkıntı olmaz!" diyerek arabayı tamir ettiler. Yerdeki insanların sıkıntı kabul ettiği pekçok şey yukarılarda sıkıntı sayılmıyor. Orman yangını haberleri duyuyor musunuz bu bölgeden? O kadar nemli, ıslak, yağmurlu bir iklim ki yangına geçit vermeyecek. Yerden gelmiş bir insan olarak benim gördüğüm sıkıntı yol. Onun dışında, yerdekileri aratmayacak mükemmellikte evler, konaklama yerleri yapılmış. Yerde sıcak da çok, sıkıntı da. Yerde sıcak ile sıkıntı bir olup çullanıyor insana. Ankara, Bağdat, Necef, Kerkük... İçinden çıkılması gittikçe güçleşen bir kazan kaynamakta. Dağlardaki atmosfer dünyadan habersiz yaşamaya uygun. Bu kopuş zaten kısa sürecek, yere inene kadar olsun, en iyisi televizyon seyretmemek. Yere indiğimizde bütün sıcağı ve sıkıntısıyla kazanın içine, çevresine el mahkûm, oturacağız. Karadeniz bölgesi daracık kıyı şeridi ve hemen yükseliveren dağlar demek. Sıkı bir orman örtüsü. Fuzûlî'nin dediği gibi "Başını taştan taşa vuran" fakat âvâre gezmeyen, deli deli koşan sular... Araziyi görünce Karadeniz insanının neden memlekete ve dünyaya dağıldığını anladım. Hayatlarını kazanmak için yapacak başka şeyleri yok ki! Ya ilim, ya ticaret! İkisi için de bir taraflara gitmek gerek. Vakfıkebir ekmeği namlı da, buğdayı İç Anadolu'dan gidiyor. Haymana ovasının buğdayı olmasa Vakfıkebir ekmeği de olmaz. Ormanlar, vadiler, sular, dağlar, yaylalar bakmaya doyulmayacak güzellikte manzaralara sahip ama bakmak karın doyurmuyor; geçimi sağlayacak toprak o kadar az. Fakat Karadeniz halk oyunlarının o kadar kıvrak olmasını anlayamadım. Düz duracak toprak yok, fıkır fıkır hopluyorlar. Yoksa toprak olmadığı için mi oyunlar göğe göğe zıplama şeklinde gelişmiş? Yani yer darlığından?!.