Duvarlar

A -
A +

Onların dedeleri ufka baktıklarında önlerini kesen duvarlar görmezlerdi. Evlerinde otururken, dükkânlarında, bahçelerinde, tarlalarında çalışırken ufuklarında kara bulutlar çöreklenmezdi. Yüklerini sararlardı. Portakal, hurma, zeytin, baharat, mücevherat, kumaş, deri... neleri varsa, develerine yahut atlarına yüklerlerdi. (Otomobil, kamyonet, kamyon olsa ona yüklerlerdi, ama onlar henüz keşfedilmemişti.) Ev halkıyla helâlleşip yola düzülürlerdi. Yol bazen birkaç gün, bazen aylar sürerdi. Geceleri hanlarda konaklanırdı. Hanlarda başka istikametlerden gelip başka istikametlere gitmekte olan yolcularla tanışılırdı. Herkes hikâyesini anlatır, hünerini dökerdi. Kimi yolcular daha ziyade kaynaşır, birbirlerine isim adres alıp verirlerdi. Kahire Han El Halil Çarşısında Gümüşçü Abdullah... Gazze pazarında Kuşçu Muhammed... Kudüs'te, Yafa Yolu'nda, meydana çıkmadan önce, bakır ustası Musa... Şam'da, Hamidiye Çarşısında Nargileci Ahmet, Musul Hatuniye Mahallesinde Derici Abdurrahim, Antakyalı Hüseyin, Erzurumlu Muhiddin, Amasyalı Cemal... İsimler, adresler alınıp verilirdi. (Cep telefonları olsaydı ona kaydederlerdi ama henüz yoktu.) Bir kâğıt parçasına yazılıp tütün kesesinin içine konan adresler işe yarar, kimileri bir zaman sonra tekrar buluşurdu. Dostluklar da ilerler, ticaret de, refah da artardı.. Bu dostluğun akrabalığa dönüştüğü bile olur, kız alınıp verilirdi. Gelenlerden geri dönmeyenler, geçici geldikleri yere yerleşiverenler olurdu. Maddî manevî bütün bu alışverişler; bu serbest dolaşım, dildeki, fikirdeki, işteki birlik, ekonomiyi güçlendirir, geniş coğrafyayı "vatan" yapar, üzerinde bir kültür meydana getirirdi. Teneffüs edilen, paylaşılan bir kültür. Türkülerden, masallardan yemek tariflerine, "kocakarı ilâçları"ndan kılık kıyafet modellerine kadar, sözlü ve yazılı bir kültür gürül gürül yaşanır, yaşandıkça zenginleşirdi. Güneyden kuzeye doğru, İstanbul'a kadar giderdi bazen yollar. İstanbul'u aşıp Rumeli'ye bile uzanırdı. Aynı şekilde o taraftan bu tarafa da kervanlar gelirdi. Kim nerede satacak nesi varsa yükler, yola düşerdi. Kimi malını, kimi hünerini götürürdü. Kimi ilim tahsiline, kimi zanaat öğrenmeye, kimi öğretmeye giderdi. Güvenle, serbestçe... Tehlikesi yok muydu yolların? Vardı elbet. Kötüler her zaman vardır. Meselâ, eşkıyalar yol kesebilirdi. Bir de yırtıcı hayvanlar... O kadar! Ama duvarlar yoktu! Sonra bir gün işe şeytan karıştı! Bu duvarsız coğrafyanın üzerinde, sereserpe yaşayan kimilerini nefislerinden tutup altınların ve koltukların peşi sıra sürükledi. Ön tekerlekler yoldan çıkınca da arka tekerleklerin çıkması kolay oldu. Şimdi aynı coğrafyanın üzerinde otomobil, kamyon, uçak, telefon, bilcümle ulaşım ve haberleşme vasıtaları kullanılıyor. Gazze'den portakalını yükleyip Halep'e götürüp satmak isteyenin işi ne kolay! Gelin görün ki şimdi bu coğrafyanın üzerinde başka şeyler daha çok kullanılıyor. Elektrikli joplar, dipçikler, tazyikli su hortumları, makineli tüfekler, bombalar... Şimdi torunlar duvarların içinde... Beton duvarlar, dikenli tel duvarları, etten duvarlar. Açlık, yokluk duvarları, zulüm duvarları, korku duvarları... Şimdi torunlar -altlarındaki petrol denizinin nimetlerini hakkıyla tatmadan- biraz ekmek, biraz ilâç, biraz hayat bulabilme umuduyla duvarlara tırmanmaya, duvarları aşmaya çabalıyorlar. Ve nasipleri sürünmek, sürüklenmek, elektrikli joplar, dipçikler, tazyikli su hortumları, makineli tüfekler, bombalar... Orta Doğu'nun yüz yılda geldiği nokta budur. Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.