Londra'nın meşhurları arasında ilk sırada olanlardan biri sisi idi, öyle öğrenmiştik. Sisi bilmem ama pus tamam! Arada bir de ahmak ıslatan yağmur... Altında ben! Demek sonbahar böyle burada. Havayı sisli görmedim, belki sabahın çok erken saatlerinde sis bastırıyordur ama her yer biraz öyle değil midir zaten? Yalnız esmer bir havası var Londra'nın. Ya bulutlu, yağmurlu; ya güneşle bulut arası puslu. Yani hava durumu, Londra'da güneş gösterdiğinde inanmayın, bildiğiniz güneş değildir o! Yerdeki ırmak da bozbulanık, göğün rengi de. Yerin rengi göğe, göğünki yere vurmuş. Thames Nehri dedikleri bir çamurlu su... "Thames'i temizleyelim" kampanyaları açmışlar ama şimdilik başarılı olmuşa benzemiyor. Hem diyorlar ki, "bu gördüğünüz çamurlu manzara kirlilikten değildir. Irmakta günde iki defa med ü cezir var. Irmak yatağındaki toprak hergün çalkalanıyor, alt üst oluyor." Bilmem artık, ben onların yalancısıyım! Ancak suyun yüzünün bulanıklığı doğrunun ta kendisi! Fakat hava karardıktan sonra manzara birden değişiyor. Irmak boyunda yürüme yolları, küçük parklar, kahveler, lokantalar sıralı. Bütün oralar, ilâveten ağaçların dalları, hatta banklar kobalt mavisi bir ışıkla aydınlatılıyor. Irmak boyunca dizili tarihî binalar, yine orada kurulmuş, şehri 135 metre yükseklikten seyrettiren dönme dolap London Eye, suyun üzerinde birer ışık demeti halinde gezinen tekneler, hepsi birden ışıl ışıl parlayınca Ahmet Haşim'in o muhteşem yazısını nasıl hatırlamam?! "....... Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soluyan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç naaşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha bıkkınlık verdiğini tecrübe etmeyen var mı? (.....) Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mes'ut olmanın hiç imkânı var mı? Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: İki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti. Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve nâtamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarâhatle görmek ıstırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek imkânının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassa hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin üzerinde ziyadan bir mâyi sallanıp şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmağa başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu. Ay! Ay! Yalancı ay! Zekâdan harap olanları dinlendiren hayâl gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!" Vâkıa, Londra'nın gecesi de bulutluydu ve ay yoktu; ayın görevini insanoğlunun yaktığı ışıklar görüyordu. Üç beş günlüğüne Amerika'ya gelip gezdikten sonra günlerce bilgiç bilgiç yazı döktüren kalem sahiplerine bıyık altından gülerdim. Şimdi ben aynı durumdayım. Bir haftalık Londra gezisinin bitmek bilmez hikâyelerini dinleyin artık benden!