Haberleşme vasıtalarının bu kadar gelişmesinden önce, özellikle de televizyonun keşfinden önce herhalde insanlar daha mutluydu. Dünya kuruldu kurulalı yeryüzünde acı var, zulüm var, savaş var, ama eskiden dünyanın bir köşesinde olup bitenlerden öteki köşedekiler haberdar olmuyordu. Haberdar olmayınca da herkes kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Filan meydan savaşı, falan kale kuşatması, oradan sağ kurtulan birinin vasıtasıyla günler, haftalar, belki aylar sonra bir dağdaki, köydeki insanlara, ancak hikâye olarak ulaşıyordu. Sonra radyo keşfedildi. Radyoyu gören ilk savaş İkinci Dünya Harbi. Cephelerde ne oluyorsa ajans haberlerinde günü güne, saati saatine duyulur oldu. Ajans saatleri bütün evin dünya ile bütünleştiği vakitlerdi, belki küreselleşme denen şey o zaman başladı. Ama duymak ve görmek farklıdır. Göz var ya göz! Birşeyi gözünüz görüyorsa o şey beyninize kazınır. Şimdi televizyon var. Nerede ne oluyorsa anında evlerimizin içinde, gözümüzün önünde. Hal böyle olunca, bu çağın insanlarının sorumluluğu da fazla. "Haberim yoktu, ne yapayım?" deme hakkı yok kimsenin. Deme hakkı yok, peki ama ne yapma hakkı var? Üzülmekten, en fazla meydanlarda bağırmaktan başka? Üzülmek sahibini yıpratmaktan başka kimseye faydası olmayan bir fiil, meydanlardan yükselen sesleri de kimse "takmıyor." Bu çağ insan hakları beyannâmeleri ile namlı ama, seyirci olmaktan, bağırmaktan, üzülmekten başka bir hakkımız yok! Her türlü hak, beyannâmeleri "yazanların" elinde, okuyanların değil. Yazanlar güçlü olanlar... Güçlü olanlar yazılanlara uysa da olur, uymasa da! Irak'ta olan bitenleri seyrederken lokmalar boğazımıza diziliyor, sırtımızdaki yastıklar diken oluyor. Sonra? Haberimiz var ama ne yapalım? Bazen salonlarda oturup konuşuyoruz. Bu da hak olarak verilmiş! Geçen hafta New York'ta Columbia Üniversitesi'nde, üniversitenin Türk öğrenci derneği ile Türk Amerikan Mimar Mühendis İlim Adamları Derneği'nin tertiplediği panel "Irak'ta Türkmenlerin Kritik Rolü" üzerine idi. Konunun uzmanı olan, üçü Kerkük doğumlu değerli misafirlerimiz vardı. Onlar anlattı, biz dinledik. Ortaya çıkan sonuç şu: "Türkmenler hürriyet, eşitlik ve adalet istiyor. Saddam dönemi kötüydü; şimdi kötünün kötüsü oldu." Bilmem, anlatılanların birkaç cümlesi ipin ucunu tutanlardan, beyannâmeleri yazanlardan birkaç kişinin kulağına gitmiş midir? Konuşmacılardan Prof. Dr. Mahir Nakip'ten öğrendiğimize göre, 14 Temmuz 1959 katliamı Türkiye radyolarında ajans saatinde şöyle duyurulmuş: "Irak'ın Kerkük şehrinde kargaşa çıkmıştır. İngiltere'nin oradaki petrol menfaatlerine zarar gelmemiştir." İnsanın kanını donduracak bir cümle. Peki, şu andaki tavrımız ne kadar farklı? 1 Mart tezkeresine hayır dedik, bu kirli savaşa bulaşmayacağız, dedik. Dedik ama bulaşmayacağız derken kayıtsızlığa mı kaydık, nedir? Gerçekten "temiz" kaldık mı? Sanki "Irak'ta kargaşa vardır, ama Avrupa Birliği menfaatlerimize zarar verecek bir durum yoktur, olmamalıdır" der gibiyiz. Bulaşmamak, elimizi kirletmemek bu mudur? Uysal, uyumlu, uyum kanunlarıyla sarmalanmış... Arada sesini yükseltmeye çalışanların sesi de derhal kıstırılıyor. "Bir mevsim-i bâhârına geldik ki âlemin..."