National Geographic'in Ekim sayısının fotoğrafları beni pek fena çarptı, çok şeyler düşündürdü. "Afganistan'ın Kolay Olmayan Barışı" başlıklı incelemede "Savaşın enkazı arasındaki iradeli halk yeni ve zor bir işe başlıyor; yıllarca Sovyet bombalarıyla yakılıp yıkılan Herat ve diğer şehirleri yeniden inşa etmek" cümlesiyle özetlenen konu işleniyor. Richard Mackenzie, Afganistan'ı baştan başa pekçok kere dolaşmış bir gazeteci yazar. Bu yazısında son intibalarını anlatıyor: "Bir milyon Afgan öldürüldü, iki milyonu köylerinden sürüldü, beş milyondan fazlası İran ve Pakistan'a iltica etti. Kısacası, millet nüfusunun yarısı ya öldü, ya sakat kaldı, ya aldı başını gitti. Yine de, o kadar kanlı yıllardan sonra imanları sağlam..." Fakat fotoğraflar yazılanlardan çok daha fazla şey söyledi bana. İnsanlar var... Sovyet top mermilerinin başlıklarını çiçek saksısı yapıyorlar. Bir meslek kolu oluşmuş, bir adam elinde bir alet, o ölüm makinalarının sağını solunu düzeltiyor, yontuyor, boyuyor, saksılaştırıyor. Kaldırım kenarlarını, parkları, evlerin içini süsleyecek çiçeklikler bomba kafalarından. Masumiyetin, sevginin, güzelliğin sembolü çiçek ile kötülüğün, zulmün, çirkinliğin sembolü bomba koyun koyuna. Maliyet fiyatından satışa çıkarıyorum! Alan var mı? Gücü yetip de alabilen var mı? İnsanlar var... Üstleri başları kan, boyunlarında infaz yaftası asılı, elleri arkadan iple bağlı, ipin uzun bırakılmış ucu arkadaki tüfekli askerin elinde, hapishâneye gidiyorlar. Ahali etrafta seyrediyor. Çocuklar seyrediyor. İnsanlar var... Savaşın ücretini akıllarını vererek ödemişler. Kâbil'deki viran bakımevinde, boş gözlerle, çiçeği de, bombayı da artık anlamayan gözlerle dünyaya bakıyorlar. Yoksa hepsini, herşeyi anlıyorlar da, ondan mı öyle bakıyorlar? İnsanlar var... Analar... Elinde bir fotoğraf... Hükûmet kapısına çökmüş, bekliyor. Fotoğraf savaşta kaybolan oğluna ait. Onu bulabilme umuduyla, bir yetkiliye sorabilme umuduyla bekliyor. Bir başka ana, kucağına küçücük oğlunu -kimbilir kaç tane büyüğünden elinde kalan tek oğlunu- oturtmuş. Başı sargılar içinde bir yavru. Ağlıyor. Belki artık göremeyecek, belki düşünemeyecek. İnsanlar var, makinalı tüfek vücutlarının bir organı adeta. Çocuklar var. Ah, çocuklar var! Savaş sırasında tahrip olup bırakılmış, Sovyet tanklarının üzerinde oynuyorlar. Harabeye dönmüş şehrin bir kenarı. Tankın namlusu üzerinde tahterevalliye yahut odundan ata biner gibi oturmuş 7 Özbek çocuğu. Oynuyorlar. Yalınayak... Belki hayatlarında hiç bisiklete binmediler. Bu insanlardan, bu erkeklerden, bu kadınlardan dünya barışseverlik, iyimserlik, hoşgörü, nezâket beklemesin! Milyonlarca mayını her an tabanlarında hissederek yaşayan insanlardan kimse sükûnet, itidal beklemesin! Çiçeğini mermi kafalarından saksılara oturtan; oğlunun, kocasının ya ölüsünü gören, ya parçalanmış yüzünü, kopmuş bacağını gören, ya da eline fotoğrafını alıp "Gören var mı?" diye kapı kapı dolaşan kadınların psikolojisini anlayamayız. Tank namluları üzerinde oynayarak, boyuyla bir tüfeği omuzlayarak; ninni, masal yerine bomba gürültüleri, silah şakırtıları, feryatlar duyarak büyüyen, mülteci kamplarında doğan, kaçmayı, saklanmayı, öldürmeyi, açlığı öğrenen çocuklardan geleceğin dünyası için "barışçı katkılar" bekleyemeyiz. Bedenen, ruhen sağlıklı fertler olarak medenî dünyada yerlerini almazlarsa hiç şaşılmasın. Savaş bitmiş bile olsa, onlar ve hatta onların çocukları bu tecrübenin izlerini, kırgınlık, küskünlük, kızgınlık, nefret olarak taşıyacaklardır. Birleşmiş Milletler on senede mayınları temizler ama yüreklere yerleşen nefret hisleri bugünün çocuklarından itibaren iki nesli sarıp sarmalar, patlamaya hazır halde bekler. Vatanı böylesine çiğnenen, enkaz haline getirilen, canı, malı, ırzı yağmalanan insanların nefret en tabiî haklarıdır. Bunun önüne geçmek hiçbir milletlerası kuruluşun harcı değildir. Dünyanın, böyle bir tecrübeyi yaşamış ve yaşamakta olan her yerinde -heyhat ki hemen hepsi Müslüman toprakları- yetişen çocuklar boylarıyla beraber öfkelerini de büyütüyorlar. "Birinci Dünya Ülkeleri" onlardan barış, dostluk, sevgi bekleyip de bulamazsa şaşırmasın! Aynı dergide, tank namlusunu tahterevalli yapmış Özbek çocuklarını gösteren sayfadan biraz geride bir başka fotoğraf var: Bir İngiliz çocuğu yepyeni elbiseler içinde, rengârenk bisikletine oturmuş, tertemiz bir Londra sokağında tarihî kıyafetli bir bekçiyle şakalaşıyor. Yirmi sene sonra ona "medenî, barışın babası" diyeceğiz; ötekilere "medeniyetsiz, terörist". (On sene önce bu sütunda yayımlanmış bir yazı)