Bir haftadan fazla bir zaman geçti üzerinden. Unutmak ya da ihmal etmek değil, teknik bir mesele, haftada bir yazdığım için ancak bugün söz edebileceğim. Geç de olsa kendimi bu konudan söz etmeye mecbur hissediyorum. Aksi takdirde suç işlemiş olacağımı düşünüyorum. Bu konudan söz etmemek kültür hayatımıza kayıtsız kalmak demektir. Ama bir haftadır baktım da, filan artistin iç çamaşırının müzayedede hangi fiyata alıcı bulduğunu, kimin hangi barın kapısında nasıl yakalandığını bile yazan gazetelerimiz bu konuyu yok saydı. Yüz küsur ülkeden gelen çocuklar yine Türkçe olimpiyatlarında bir araya gelip bizi kâh ağlattılar, kâh güldürdüler. Kapkara derili kızlardan Silifke'nin Yoğurdu'nu seyretmek tadına doyulmaz bir zevkti. Olimpiyat programı sadece ekranlara yansıyan folklor gösterileri, şarkılar ve şiirlerden ibaret değil; makale yarışmalarını, konuşma ve yazma yarışmalarını, genel kültür ve sunum yarışmalarını da düşünürsek, ayrıca İstanbul'a gelen 550 öğrencinin yanısıra, İstanbul'a gelemeyen, ancak ülkelerinde bu müsabakalar için bir yıl boyunca hazırlanan binlerce öğrenciyi düşünürsek dünya coğrafyasında Türkçe öğretiminin küçümsenmeyecek bir yol katettiğini görürüz. Bu niçin önemli? Çünkü dil anlaşabilmenin ilk adımıdır. Dil, iki yakayı birleştiren köprüdür. Köprüyü kurmazsanız iki yaka birbirine uzaktan bakar durur. Bu çocuklara Türkçe'yi böylesine öğretebilen öğretmenlerimizi kutluyorum. Onlar bizim akıncılarımızdır. Biz Anadolu'yu da böyle yurt tuttuk. Önce gazi-dervişleri gönderdik. Alp erenler gönülleri fethetti herşeyden önce. Bu öğretmenler de modern zamanların alp erenleridir, gazi-dervişleridir. Onların herbiri "Garcia'ya mektup götüren Çavuş Rowan"dır. Sormamışlardır, "Garcia nerde? Nasıl bulacağım? Nasıl gideceğim? Ormanların içindeki, bozkırların ortasındaki, dağlardaki yolculuk zahmetli mi? İşin başarıyla tamamlanması ihtimali ne kadar? Bulamazsam ne olacak? Ne kadar sürer bu iş? Ücretim nedir?" Sormamışlar ve inançla, azimle yola koyulmuşlardır. Mektubun yerine ulaştığını her sene Türkçe olimpiyatları vesilesiyle görüyoruz. Onlar sözde değil, özde öğretmenlerdir. Merak ediyorum yalnız... Bu çocuklar büyüdüğünde ne olacak? Aralarında Türkçe konuşan, anlaşan bu sevimli çocuklar aynı anlaşmayı, kaynaşmayı, dostluğu büyüdükleri zaman da gösterebilecekler mi? Bu barış havası devam edecek mi? Çocukluklarında öğrendikleri bu dil, onların yetişkinlik hayatlarını nasıl etkileyecek? Yoksa "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" mı denecek sonunda? Çünkü büyükler anlaşamıyor. Anadili bir olan yetişkinler bile anlaşamıyor. Türkçe'yi sonradan değil, anadan öğrenen yetişkinlerimiz bir türlü aynı dili konuşamıyor. "Dedim, demedim, öyle dedim, hayır böyle dedin, sen ne dedin, o ne dedi?" Ortalık birbirleriyle anlaşamayan lâf ebelerinden geçilmiyor. Biz büyüdük ve kirlendi dünya.... Dünya kendi kendine kirlenmiyor. Dünyayı kirleten büyüklerdir. Yollara mayın döşeyen, uzaktan kumanda ile bomba patlatan, karakol basan teröristler genellikle yirmili yaşlarını sürüyorlar. On-onbeş sene önce, bugün kılları kıpırdamadan katlettikleri askerlerle, birbirine çok benzer okul sıralarına oturup -hatta kimi aynı kasabada, aynı okulda- aynı kitaplardan aynı Türkçe'yi öğrenmişlerdi. Eyvah, eyvah! Ne oldu onlara? Büyüdüler ve kirlendiler. O kadar kirlendiler ki, değil mi ki, ekmeğini yiyip suyunu içtikleri, nüfus cüzdanını taşıdıkları vatanın, kendileriyle aynı yaşta, aynı dili konuşan, aynı dini paylaşan askerlerini mayınlarına, bombalarına, namlularına hedef seçiyorlar, onları iki okyanusun suyu temizleyemez. Yine de dünyanın dört bucağında Türkçe öğrenmekte olan nesilden umutlu olmak zorundayız.