Para ve düdük

A -
A +

Ekonominin bütün dünyada, bütün devirlerde geçerli en temel kaidesini Nasreddin Hoca yazmıştır: Parayı veren düdüğü çalar! Bundan ötesi teferruattır. Hikâye malûm. Kasabaya giden Hoca'ya çocuklar "Hocam gelirken bize düdük getir" derler. Hoca peki diyerek baş sallar. Çocuklardan biri elindeki parayı uzatır, "Hocam bana bir düdük getir" der. Akşam üzeri dönüşünde çocuklar Hoca'nın etrafını sarar. Hoca aralarından parayı veren çocuğa bir düdük uzatır, ötekiler şaşkın. Hoca mütebessim: "Parayı veren düdüğü çalar!" Şimdi ben bu cümleyi iki türlü yorumluyorum. Birincisi hikâyenin aslına uygun, öteden beri yapageldiğimiz yorum. Parayı verince düdüğe sahip olursun. Ancak parasını ödediğin mal senin olur. Parayı verirsen köprüden geçersin. Parayı verenin önünde kapıları açarlar. Parayı veren doktorunu, ilâcını bulur. Parayı veren kamunun arazilerini alır. Parası olanın sözünü dinlerler. İkinci yorum Nasreddin Hoca'nın aklına gelmiş miydi, bilemem. Benim aklıma da son günlerde olup biten olaylara bakarken geldi. Para ülke gündeminin ilk maddesi. Vatandaş para derdinde, devlet adamları para derdinde. Herkes paraya dair konuşuyor. Herkes para arıyor. Parayı IMF veriyor. Dünya Bankası veriyor. Amerika veriyor. Parayı onlar veriyor, düdüğü de onlar çalıyor. Ankara sahasındaki oyuncular hık-mık etti mi bir düdük: "Hizaya gel! Ya hizaya gelirsin ya hava alırsın!" Bu düdük "ayağınızı denk alın, karışmam!" makamında çalıyor. "Denk almazsanız parayı da alamazsınız" makamında çalıyor. "Sözümü dinleyeceksiniz!" makamında çalıyor. Parayı azar azar veriyor, düdüğü uzun uzun çalıyorlar. Ne bu paraya muhtaç, ne bu düdüğe mahkûm olmalıydık. Bu düdüğe dayatma diyoruz, iç işlerimize karışma diyoruz, baskı diyoruz, bozuluyoruz. Neden bozuluyoruz ki? Neden dayatmasınlar, neden karışmasınlar? Bir kere onlara muhtaç olmuşuz. Kara kaşımıza, kara gözümüze para vermelerini mi bekliyorduk? Elbette birtakım istekleri olacak. Parayı verenlere tek lâf etme hakkımız yok. Ne söyleyeceksek kendimize söyleyelim. 70 milyonluk Türkiye 16 milyar dolar için el açıyor ve azar işitiyor. Bu vaziyetin bizden başka sorumlusu yoktur. Ekonomik hürriyeti olmayanın gerçek mânâda siyasî hürriyeti de olamaz. Borç alan, emir almaya da hazır olmalıdır. Televizyon haberlerinden öğrendiğime göre, krizden bu yana alkol ve sigara tüketimi artmış. Gel de şaşma! İnternetteki Tekel sayfasının verdiği rakamlara göre Tekel'in ürettiği alkollü içki yılda (1999 yılı rakamları) 130 milyon litre. Satış rakamları üretim rakamlarına çok yakın ve çok büyük kısmı da iç piyasada tüketiliyor. Bira başta olmak üzere özel sektör malı ve ithal içkilerle birlikte demek ki, yılda 1 milyar dolar civarı para içkiye gidiyor. Sigara deseniz, 25 milyon tiryakimiz varmış. 25 milyon insan günde bir paket sigara içse, paketi 1 dolardan günde 25 milyon dolar eder ki yılda 10 milyar dolara yakın bir paradır. İçkiyi de üstüne koyun, demek ki bizler 10-12 milyar doları her yıl, zarurî ihtiyaç maddesi olmayan, üstelik zararlı olduğu herkesçe malûm, bu zehirli maddelere gözümüzü kırpmadan harcıyoruz, sonra da 16 milyar doların peşinde koşuyoruz. IMF'ye, Dünya Bankası'na, Washington'a avuç açacağımıza bir yıl bu müskirattan uzak durup ürettiğimizi ihraç etsek hem vücudumuz bir belâdan kurtulur, hem duran çarkları döndürürüz. 10 milyar doları havaya tütün dumanı ve alkol buharı olarak savuran bir milletin fakirlikten söz etmeye, ilâç bulamıyorum diye dövünmeye hakkı var mı? Borç ile yaşamak alışkanlığını terkedip üreten, ürettikleriyle rekâbet eden bir ülke haline gelmek, elin verdiğini öğün etmenin utancından kurtulmak zorundayız. Yoksa daha çok düdükler dinleriz. Hey gidi Hoca Nasreddin hey! Belki senin de asıl demek istediğin buydu...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.