İnternet üzerinden abonelerine düzenli bilgiler, haberler ulaştıran Turkish Forum'da geçen hafta Kuzey Carolina eyaletinden yazılmış bir mektup vardı. ABD posta idaresine, soykırım konulu hatıra pulu çıkartmak için Ermenilerin harekete geçtiklerini öğrenen vatandaşlarımızdan biri posta idaresine bu hareketi kınayıcı bir mektup yazmış. Mektubunun bir kopyasını da Turkish Forum okuyucularının bilgisine sunmuş. Okudum, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni soykırımı diye birşey olmadığını anlatan, böyle bir pul çıkarmanın yanlışlığını açık seçik ortaya koyan bir mektup. Onbir sayfalık bir belge de ilâve edilerek gönderilmiş. Posta idaresinden cevap gelmiş: "Ermeni soykırımı konulu pul konusunda desteğiniz için teşekkür ederiz." Vatandaşımız şaşkın. "Şok olduk. Demek ki yazdığımız mektupları okumuyorlar." diyor. "Münferit bir hadisedir, genelleme yapmak doğru değildir" diye avunmaya çalışsak da içimize bir şüphe düştü: Acaba Ermeni meselesi üzerine değişik makamlara yazdığımız mektuplar, çektiğimiz fakslar doğru dürüst okunmuyor mu? Bize nezâketen ve otomatik olarak cevap gelse bile... "Bu kişi ve kuruluşlara her gün binlerce mektup geliyor, oturup da satır satır okumaları mümkün değil" diyerek onlara mâzeret, kendimize teselli bulabiliriz. Fakat daha acı ve düşündürücü olanı, içinde "Ermeni" kelimesi geçen mektupların mutlaka Ermenilerden yahut soykırım iddialarında onları destekleyenlerden geldiğini peşinen kabul etmiş olmalarıdır. Bu da "Türkler sesini çıkarmaz." inancının var olduğunu gösterir. "Türkler haklarını aramaz, arayamaz. Zaten hakları da yoktur." Halbuki şehirlerimiz, sokaklarımız, meydanlarımız bugünlerde hak arayanlarla dolu. Dünya arenasında sesimizi çıkaramıyoruz ama memleketin meydanlarını arenaya döndürdük. Memleket dahilinde hak aramak için taşlarla, sopalarla yürümek, bağırmak, cam çerçeve indirmek âdet oldu. Birbirimize karşı dayılanmakta üstümüze yok. "İsteklerimi yerine getir, yoksa ortalığı duman ederim!" Devlet -sözlü ya da sözsüz- vaziyetini ortaya koymakta: "Geleceğimizi ipotek etme pahasına borç buldum, getirdim, dağıttım, bitti.Yok!" Kalabalıklar anlamıyor: "Açız. Tencereler boş. Zam... Yine para bul, yine dağıt." Bu memleket düşman saldırısına uğramadı. "Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş..." değil. Öyleyse ne ettiysek kendi kendimize ettik. Hem idare edenler, hem idare edilenler, elbirliğiyle... Şu satırları yazdığım sırada memlekette herkes "program"ı bekliyor. Memleketimizin bu "birşey bekleme" lüksünü bir yıldan beri televizyonlar aracılığıyla bizler de paylaşmaya çalışıyoruz. (Gazeteler ve internet bu aracılığı yapamıyor, televizyonların rolü tartışılmaz.) Kurtarıcı bekleme, program bekleme, paket bekleme, borç bekleme.... Yoksa Amerika'da hayat beklemesiz geçmektedir, beklemeksizin geçmektedir. Bekleyen sıranın dışına atılmaktadır. Bekleyen tökezlemektedir. Türkiye'den çalışmaya gelen vatandaşlarımız önce buradaki çalışma hayatına alışamıyor. Başlıyorlar beklemeye, uflayıp pufluyor, sızlanıyorlar. Sonra bakıyorlar ki çare yok, çalışmayana hayat yok, dört elle işe sarılıyorlar. Altı ay sonra da diyorlar ki: "Memlekette böyle çalışsaydık kapılarımız altından olurdu." Bu cümleyi Türkiye'deki her ferdin duymasını isterdim. Aldığı 300 dolar haftalığı azımsayan, memleketten yeni gelmiş Aksaraylı bir genç, Türk patronuna "Ben bu kadar parayı babamın fabrikasındaki kasadan alıp horoz döğüşüne gider, bahse yatırırdım, ya kazanırdım ya kaybederdim." dedi. Ekranlardaki protesto manzaralarını seyrederken Aksaraylı vatandaşı hatırlamadan edemiyorum. Meydanlara dökülenler arasında bir "kasa"dan her hafta kendilerine verilecek 300 doların peşinde olanlar az değil. Onu alıp horoz döğüşüne gidecekler. Horoz döğüşü her yerde. Kahvelerde, meydanlarda, meclislerde, salonlarda, kürsülerde... Çalışmayan, üretmeyen, kurtarıcı bekleyen, program bekleyen, borç bekleyen bir ülke haline geldik. Yurt dışına çıkan Türklerin başarmadıkları, becermedikleri iş yok. Kendilerini kurtardıkları gibi, aile efradına, çevrelerine, memleketlerine de elleri uzanıyor. Amerika'daki Türklere bakıyorum. Hangimize Amerikan devleti iş buldu, ev buldu, maaş bağladı? Ne yaptıysak kendi gayretimizle yaptık. Ama çalışarak yaptık. Beklemeden çalışarak yaptık. Demek ki insanımız kaabiliyetsiz değil, zekâ noksanlığı, beden eksikliği yok. Sadece rehâvet var, tembellik var, kolaycılık var, hazırcılık var, horoz döğüşü var. Ve "Haydi çalışmak üzere ayağa kalkın!" diyecek biri de yok! Bakalım, Kemal Derviş diyebilecek mi?