Amerikalı iletişim teorisyeni Profesör Herbert Marshall McLuhan diyor ki: "Televizyon savaşın vahşetini oturma odalarımızın rahatlığına taşıdı; Vietnam Savaşı muharebe meydanlarında değil, Amerikan evlerinin oturma odalarında kaybedildi." Demek ki o vakitler Amerikan medyasının politikası şimdikinden farklıydı. Çünkü bugünkü Amerikan medyası olağanüstü millî meselelerde programlarını halkın moralini en az bozacak şekilde ayarlamaktadır. Körfez Savaşı'nda da böyleydi, İkiz Kuleler'in bombalanması olayında da böyleydi, şimdi de böyle. Ekranlarda kan revan içinde, acı çeken, çırpınan, dövünen insanlar gördüğümüz söylenemez. Daha ziyade uzak çekimler yapılıyor. Hele CNN'de her gün "Savaşın Çehreleri" diye bir dizi fotoğraf ekranlara geliyor ki buram buram propaganda kokuyor. Irak'tan, Kuveyt'ten insan manzaraları. Kara gözleri gülümseyen çocuklar, görmüş geçirmiş derin bakışlı, poşulu ihtiyarlar, neşeli delikanlılar, başları örtülü, güzel genç kızlar.... Limon tezgâhı başında bir satıcı... Tankların yanıbaşında pervâsız bakışlarla geviş getire getire yürüyüp giden bir deve... Yani Amerikan halkına demek isteniyor ki, "Orada halk bizi gördüğüne memnun. Bakın, işleri yoluna koyuyoruz." Kamuoyu yoklamalarında, Bush'un ültimatomunu verdiği gün yüzde 66 olan savaşa desteğin, bugün yüzde 72 olduğuna bakılırsa başarılı da oluyorlar. Fakat ne kadar gizlemek isteseler de, savaş öyle felâketler getiriyor ki, bugünkü haberleşme imkânlarıyla gözlerden saklamak zor. (Hele bizim gibi uydu anteniyle Türkiye ve Orta Doğu kanallarını takip edenler için) Eski çağların insanları daha mı bahtlıydı, diyorum. Bir yerlerde meydan savaşları olur, sivil halk sonradan anlatılanları dinlerdi. Şimdi oturma odalarımızın pencereleri muharebe meydanlarına açık. Elimizden birşey gelmeksizin, savaş uzadıkça şiddet de, ıstırap da artacak korkusuyla seyrediyoruz. İnsan isyan ediyor. Amerika'nın yaptıklarına... İslâm dünyasının yapmadıklarına... Saldırıya uğrayan bir Arap ülkesi. Bütün Arap dünyasında yöneticilerinden halkına, yüzde 25'lik bir direniş olsun, "uyanıyorlar" diyeceğim. Osmanlı'yı yıkmak uğruna daldıkları gaflet uykusundan uyanıyorlar, diyeceğim. Yüzyıldır bu uyanışı bekliyoruz. Yüzyıl önce "Başkasının verdiği bağımsızlık bir başka bağımlılıktır" diyemeyenler hâlâ sessiz. Onların içinde kıvrandıkları bağımlılığı göremeyenler de demet demet nergis çiçekleriyle perestişkâr. Güney Irak'ta gösterilen direnişi zengin Arap dünyasının dörtte bir nüfusu gösterebilse dengeler değişecektir. Peki biz uyandık sayılır mı? Tezkereye hayır demek uyanmak mânâsına gelir mi? "Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!" diye bağırmak uyanmak mânâsına gelir mi? Kırk yıldır böyle bağırıyoruz. Ama... 1 milyar dolar yardım lâfı duyuldu, piyasalar toparlandı! "Meblâğ az bile olsa para paradır" dedik. Bu ne biçim zihniyettir? Piyasalarımızı canlandıran, insanlarımızı umutlandıran ABD'den gelecek avanta mıdır? "Onurlu tavır" deyip duruyoruz. Borç için, hibe için, kredi için el kapılarında bekleşirken, "para haberi geldi, kokusu duyuldu" diye keyiflenirken "onurlu tavır" gibi bir derdimiz olmuyor; siyasî beceriksizlik sonucu tezkerenin birine evet dendikten sonra ötekine hayır çıkınca onurlu tavır deyip avunuyoruz. Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez. Ülkemizdeki refah ortamı Amerika'nın gönderdiklerine ya da göndermediklerine bağlı olduğu müddetçe kaç tezkereye hayır dersek diyelim, nâfiledir. Bundan sonra hükûmetin ilk yapacağı, savaşın en kısa sürede sona erdirilmesi ve dolayısıyla vereceği zayiatın, sebep olacağı acının en aza indirilmesi için elinden birşey geliyorsa "ciddî ve kararlı" bir tavırla onu yapmaktır.