"Düşenin dostu olmaz" lâfını biliriz. Biliriz de düşmenin bu kadar hızlı olacağını, dostların bu kadar çabuk yüz çevireceğini beklemiyorduk. Daha iki gün önce "Kanımız canımız sana feda olsun, ya Saddam!" diye bağıran kalabalıklar bir anda tavır değiştirmişler; Saddam posterlerini parçalıyor, Saddam heykellerini taşlıyor, terlikle dövüyor, Saddam'a sövüyordu. Bir anda bu nasıl bir değişiklik ya Rabbim! İnsanoğlu çiğ süt emmiştir dedikleri bu mu acaba? ABD askerleri nerdeyse ellerini kollarını sallayarak Bağdat'a girdi. Basra'dan kuzey istikametinde ilerleyen ABD kuvvetlerine bir tek Irak uçağının ateş açmamasına, eski model bile olsa tek bir bomba bırakmamasına bakıp şaşırıyorduk. Dümdüz bir çölde kilometrelerce uzayan tank konvoyları. Saddam'ın hava kuvvetleri yok muydu? Bağdat'ın meydanlarına tanklar peşpeşe dizilirken de, sonuç getirmeyeceğini bile bile insan bir direniş bekliyor, intihar dalışı yapan bir uçak... Aylardır gövde gösterisi yapan o fedâiler, kurmaylar, tugaylar! Yok! İnsan "Herşey bir oyun muydu, büyük bir yalan mıydı acaba?" diye düşünmeden edemiyor. İran savaşında olduğu gibi, Kuveyt işgalinde olduğu gibi bir Saddam-ABD ortak yapımı senaryo ile mi karşı karşıyayız? Amerikan askerleri Bağdat meydanlarında kendilerine sevgi gösterileri yapan insanlarla karşılaşınca herhalde çok şaşmışlardır. Bu manzaraları oniki yıl önce de görmüştük. O zaman da Kuveytliler tef çalıp oynayarak "Teşekkür ederiz Başkan Bush!" diye bağırıyorlardı, askerlerin ayaklarını öpüyorlardı. Şimdi yine Bush'un resimleri baş üzre taşınıyor, Amerikan askerleri öpülüyor. Heyhat! Yenilginin bile şereflisi varmış! Amerikan askerlerinin boyunlarına sarılıp ellerini öpmek askerî yenilgiden çok daha vahim bir yenilgi. Ve yağma... Halk her yeri soyup götürme telâşına düştü. Böyle birşey nasıl mümkün olabilir, anlayamıyorum. Kimin malını, nereye götürüyorlar? Hülâgû'nun askerleri de Bağdat'ı yağmalamıştı. Ama onlar düşman ordusuydu, yağmayı bizim bildiğimiz, galip gelen düşman yapar. Ya bu ne? Omuzladıkları çul çaputla pür neşe giden insanlar ve yol kenarlarında hemşehrilerinin kaldırılmayı bekleyen cesetleri. Üç haftadır ekranların karşısında kan çanağına dönen gözlerim ilk defa kurudu. Utanç gözyaşını kuruttu. Ardından Kuzey Irak... Yine oniki yıl öncesini hatırlıyorum. Ankara'dan konuşan bir ABC televizyonu muhabiri aynen şöyle demişti: "Irak'tan ayrılırken Kürtler 'Hacı Bush'a selâm söyle, bize istiklâlimizi kazandırsın.' dediler." Hacı kelimesinin İngilizce'deki karşılığını kullanarak değil, bizim gibi "Hacı" diyerek konuşmuştu, Körfez Savaşı İngilizce'ye yeni bir kelime kazandırdı demiştik. Oğul Bush, babasına giden selâmın ve mesajın gereğini yerine getiriyor. Hani Kerkük ve Musul'a peşmergeler girmeyecekti? Çıkıyorlarmış... ABD taahhüt etmiş! Madem çıkacaklardı, neden girmelerine izin verildi? Danışıklı dövüş değil de nedir bu? Bundan sonra çıksalar neye yarar? Tapu ve nüfus müdürlüklerinin o kadar evrakı yağmalandıktan sonra... Tapu ve nüfus müdürlükleri neden yağmalandı diye kimin yakasına yapışacağız şimdi? Uzaktan bakıyoruz ve kınıyoruz! O kadar! İrtibat subayı olarak 15 kişi göndermemize -lütfen- müsaade edildi. Mâhut tezkereye hayır diyenler şimdi "Türk askeri orada olmalı" diyor. Geçti Bor'un pazarı.... Bizim hayır dememiz neyi değiştirdi, düşünün. Hangi sonucu önledi? Bizim hayır dememiz savaşı engelleyebilecek olsaydı keşke de, yüzbin defa hayır deseydik! Sınırlarımızdan Amerikan askerlerinin geçişine izin vermedik ve katliamlarına ortak olmadık diye avunuyoruz. Halbuki allem ettik kallem ettik, kendimizi öyle bir pozisyona getirdik ki, koalisyon kuvvetlerine istedikleri kolaylığı sağlarken, kendimizi Kuzey Irak'ta söz ve hareket hakkından mahrum bıraktık.