İSTANBUL DEYİNCE BÜTÜN OTORİTELERİN İSMİ ALTINDA BİRLEŞTİĞİ; BİLİM ADAMI, SANAT TARİHÇİSİ PROF. DR. SEMAVİ EYİCE BU HAFTA PAZAR KAHVESİ'NE KONUK OLDU "Eskiden gürül gürül akan dereleri, pek çok canlıya ev sahipliği yapan ormanları varmış. Hepsi şehirleşmenin kurbanı oldu. Sayısız tarihî eser, İstanbul'u güzelleştiriyoruz diye tahrip edildi, yıkıldı. Düşünün ki zamanının en büyük İslam devletinin başkenti..."
Bu şehr-i Sıtanbûl ki
bî-misl-ü behâdır
Bir sengine yekpâre
Acem mülkü fedâdır
Nedim SUNUŞİstanbul'un yaşayan hafızası
İstanbul; krallara taç giydiren, sultanları kucaklayan şehir... Boşuna sebil etmedi milletler kanını uğruna ve boşuna müjdelemedi Peygamber, onu fetheden şanlı kumandanı asırlar öncesinden... Boşuna yazılmadı onca şiir, söylenmedi onca şarkı... Boşuna düşmedi yollarına milyonlarca Anadolu evladı, bağını-bahçesini satıp bir umut uğruna... İstanbul, kimine alabildiğince cömert oldu, kiminin yıktı, tarumar etti hayallerini...
Bu hafta, bu gizemlerin, mücadelenin, hayallerin ve aşkın şehrini, İstanbul'un yaşayan hafızası, İstanbul deyince bütün otoritelerin ismi altında birleştiği, İstanbul'u en iyi tanıyan insan, bilim adamı, sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice ile uzun uzun İstanbul'u konuştuk. Dinledikçe de şaşırdık. Çünkü İstanbul'un her köşesi, her taşı, İstanbul'da yaşamış her medeniyet, inşa edilmiş her eser hakkında anlatacak çok şeyi var Semavi Hoca'nın. Meğer ne hikâyeler, ne değerler mazi olmuş şehr-i İstanbul'da... O, 86 yaşındaki yorgun bedenine, onu yarı yolda bırakmak üzere olan gözlerine rağmen bıkmadan, usanmadan araştırıyor, yazıyor, seminerler veriyor.. Ama yine de üzgün; "Gücümün sınırları var, artık gençler devralmalı bu bayrağı, İstanbul'un dokusu korunmalı" diyor. Ve başlıyor anlatmaya... Bizim satırlarımıza ancak bu kadarı sığdı, buyrun efendim hem hocamızı daha yakından tanımaya, hem de İstanbul hakkındaki sohbetimize...
Sizin İstanbul'da doğup büyüdüğünüzü biliyoruz. Peki ama öncesi?.. Kaç kuşaktır İstanbul'dasınız?
-Aslen Amasralıyız. Dedem Mustafa Efendi ileri görüşlü bir adammış. Orada evi-barkı, tarlası varken, bir gün "hanım toparlan" demiş, "İstanbul'a gidiyoruz. Biz burada kalırsak bu çocuklar ya balıkçı olur, ya kayıkçı!" Sene 1880 küsur, üç oğlunu ve hanımını alıp sadece valizleriyle gelmiş İstanbul'a Mustafa Efendi. Babamı ve en küçük oğlunu Deniz Harp Okuluna yazdırıyor, ortancayı da tıbbiyeye... Küçük amcam albaylıktan emekli oldu; kendi gibi Deniz Harp Okuluna yazdırdığı büyük oğlu Oramiralliğe kadar yükseldi ve Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu. Derken babam da evleniyor ve Türkiye'nin en zor yıllarında, Cumhuriyetin kuruluş döneminde biz dünyaya geliyoruz. Babam o sıkıntılarda yetiştirdi bizi ve Fransız mektebine yazdırdı.
BU ŞEHİR MESLEĞİM!
> Bu İstanbul aşkı da o yıllardan mı geliyor?
- Aslında babam siyasal bilgilere gitmemi, hariciyeci olmamı isterdi. Ama ben eski eserleri hep merak ederdim. İlkokuldaydık, öğretmenimiz bizi Topkapı Sarayı'na götürmüştü, çok etkilenmiştim. 6. Sınıfta Galatasaray'a geçtim. Beyoğlu benim için çok farklı, bir o kadar da güzel bir dünyaydı. 7. sınıfta milli güvenlik öğretmenimiz bir ödev verdi. Tarihî savaşları araştıracak ve yazacaktık. Bana da İstanbul'un Fethi denk geldi. Bol bol araştırma yaptım, özenle bir ödev hazırladım. Ödevi hazırlarken surlara ilgi duydum. Derken Ahmet diye bir arkadaşımla dedik ki "Bu surlar neymiş, gidelim görelim." O, Nişantaşı'nda oturuyor, ben Kadıköy'de... O güne kadar ikimiz de surları hiç görmemişiz. Neyse; bindik bir tramvaya, başladık İstanbul'u gezmeye. O yıllarda da İstanbul yangın yeri, her yerde bir yıkıntı, kalıntı... Surları gezeceğiz derken gördüğümüz her yerde tramvaydan inmeye başladık; her yerde yıkık camiler, minareler, konaklar. O gün öyle gezerek geçti, saraylar, çeşmeler, camiler, konaklar, surlar, kemerler, kiliseler... O günden sonra bu gezintileri sıklaştırdım, fotoğraflar çektim. İstanbul'la ilgili kitaplar toplamaya başladım. İstanbul hakkındaki yerli yabancı bütün nadide kitapları okudum. Sonraları bu benim mesleğim olmalı dedim. İlkin yadırgadılar ama karşı çıkmadılar. Sanat tarihi okumaya karar verdim.
EVİMİZİ BOMBALADILAR
> Sanırım Bizans eserleri de ilgi alanınızdı...
- Evet. Bizans ilgimi çekiyordu ve o yıllarda Türkiye'de Bizans hakkında okumak için bölüm bulmayı bırakın, yetişmiş insan bile yok gibiydi. Sadece Celal Esat Arseven ve Mehmet Ziya vardı. Fakat onlar da alaylıydılar, akademisyen değillerdi. Türkiye'de bu konu üzerine okuyamayacağımı anladım ve yurtdışına çıkmaya karar verdim. Düşünün ki II. Dünya Savaşı yılları... Her yere gitmek mümkün değil. Fransa işgal altında, İngiltere kabul etmiyor. Ben de Almanya'ya gittim. Ufak bir kasabaya yerleştim ve Almanca ders almaya başladım. Birkaç arkadaş küçük bir evde kalıyorduk. Birgün Berlin'den dönmüştük, eve gidince bir de gördük ki yaşadığımız kasaba, evimiz bombalanmış. Evle birlikte 8 kişi de hayatını kaybetmiş. O gün Berlin'de olduğumuz için kurtulduk. Orada bir sömestr okudum ve bu şartlarda dönmek istedim. Fakat ne mümkün, güzergahımızda Türkiye'nin o dönem tanımadığı Hırvatistan gibi, Slovakya gibi ülkeler var. Dolayısıyla bu ülkelerin vizelerini alamıyoruz. Neyse tam bu sorunları hallettik derken bir haber; Türkiye, Almanya'yla ilişkilerini kesmiş. Kaldık mı Almanya'da? Mecbur bir sömestr daha okudum. Derken Türkiye yolu açıldı ve Danimarka, İsveç, kara-deniz, uzun badireler sonucu 1.5 ayda varabildik İstanbul'a. Ondan sonra İstanbul Üniversitesi'ne kaydımı yaptırdım, bazı imtihanlara da girerek Almanya'da okuduğum iki dönemi buradaki ilk yıla saydırdım. Ve 2. sınıftan devam ettim. Mezun olunca da İstanbul Üniversitesi'ne asistan olarak girdim ve akademik hayatım başladı. Bitirme tezimi "İstanbul Minareleri", doktoramı da Bizans eserleri üzerine yaptım. "Zaviyeler" tezimle de profesör oldum.
ESKİ, OLDUĞU GİBİ SİLİNDİ
> Ya İstanbul, eski İstanbul'la bugünü kıyaslarsak?..
- İstanbul özünü kaybetti ve kaybetmeye de devam ediyor. İstanbul'u üç açıdan incelemek lazım; coğrafi, topografik ve tarihî... Coğrafi açıdan doğasını, yemyeşil ağaçlarını kaybetti; kıyıları yok oldu. O doğal kıyı hattı, çalışmalarla, toprak doldurulmasıyla dümdüz bir hale geldi, doğal girinti-çıkıntılar kayboldu. Eskiden İstanbul'un gürül gürül akan dereleri, pek çok canlıya ev sahipliği yapan ormanları varmış. Hepsi şehirleşmenin kurbanı oldu. Topografik açıdan, mimarisini kaybetti. 2-3 katlı eski İstanbul konakları, yerlerini koca taş binalara bırakmaya başladı. Eski İstanbul mahalleleri bir bir silindi. Ama İstanbul en çok tarihî açıdan hasar gördü. Sayısız tarihî eser İstanbul'u güzelleştiriyoruz diye ya tahrib edildi, ya da tamamen yıkıldı. Avrupa'dakilere benzer geniş bulvarlar yapacağız diye, tarihî eserlerin arasında dozerlerle çalıştılar, her yeri düzlediler, altında yok olan tarihi hiç umursamadılar. Sonra da bu bulvarların çoğunu kaldırdılar zaten. Bir zamanlar sadece sur içinde 424 tane ufak cami varmış. Ve kimi yıkılmış, kimi çar-çur edilmiş. Oysa İstanbul'un çehresi minareleridir. Eskiden camilerin toplum hayatındaki yeri de farklıymış. Sokak adlarının bile olmadığı dönemde, 5-10 hane bir araya gelip bir mahalle oluşturdular mı, oraya ilk iş bir cami yapılırmış ve o mahalle caminin adıyla anılırmış. Yol tarifleri, adresler de hep bu camiler baz alınarak yapılırmış. Her caminin imamı da bütün mahalle efradını tanırmış. Şimdi nerede? Bu gelenek de kayboldu. Bunun yanında yok olmuş 200'e yakın hamam var, hanlar, kütüphaneler, medreseler var... Düşünün ki zamanının en büyük İslam devletinin başkenti burası. İstanbul'un dünya çapında bir tarih ve kültür başkenti olduğunu hiçbir zaman anlayamadık.
HER KÖŞEDE ŞENLİK!
> İstanbul gerçekten pek çok değerini kaybediyor. Kültürel hayatında da değişiklikler oldu. Bu değerlerin arasında ramazanların, bayramların da ayrı bir yeri vardı değil mi?
- Tabii. Eskiden ramazanlar, bayramlar bir rütüeldi. Herkes orucunu tutar, birlikte iftarlar edilirdi. O zamanlar şimdiki gibi teknolojik cihazlar nerede? Herkesin kulağı topta olurdu. Mesela Kadıköy ahalisi olarak biz, Selimiye Kışlası'ndan gelecek sesi beklerdik. Sahura da mutlaka davul sesiyle kalkardık. O zaman davulcular bile daha farklıydı sanki. Ağızlarında türlü türlü manilerle gezerlerdi İstanbul sokaklarını. Bayramın birinci günü de tokmaklarına kırmızı bir mendil bağlayıp bahşiş toplamaya çıkarlardı. Ama eski İstanbul deyince asıl bayramları özlüyorum. Eskiden İstanbul'un önemli noktalarına bayram yerleri kurulurdu. Kadıköy'de Mısırlıoğlu bahçesi vardı, onun yan tarafına bayram yeri kurulurdu. Atlı karıncalar, telde yürüyen adamlar, türlü türlü cambazlar gelirdi. Orta Oyunu'ndan tutun da kantoculara kadar pek çok gösterinin sergilendiği tahta sahneler kurulurdu. Anadolu yakasında bir bayram yeri de Üsküdar'da kurulurdu, Beyoğlu bölgesinin bayram yeri Kasımpaşa'ya, İstanbul'unki de Eminönü'nde Kadırga Meydanı'na kurulurdu. Hepsinde de aynı şenlikli manzaralar olurdu.
YEDİ TEPE YOK!
> İstanbul gerçekten şiirlerdeki gibi 'yedi tepe' midir?
- Öyle bir yakıştırma yapılmış, ama çok doğru değil. Yani bazı tepeler var tabii, ama neye göre yedi? Istıranca Dağları Balkanlar'dan Trakya boyunca inerek, surların içinden, İstanbul'un ortasından geçerek devam ediyor, alçala alçala da Sarayburnu'nda bitiyor. Arada da bazı yüksek kısımları var tabii. Süleymaniye'yle Fatih arasında bir sel yatağı var. Sonra bir tepe de Cerrahpaşa semtinde... İşte o Süleymaniye-Fatih arasında altı tepe sayıyorlar, yedinci ve son tepe olarak da Cerrahpaşa'yı kabul ediyorlar. Ama öyle belirgin bir yedi tepe yok. İstanbul'un içindeki en yüksek nokta da Edirnekapı'daki Mihrimah Camii'nin olduğu yerdir.
GÜVENLİK KALMADI
> 2010 İstanbul Kültür Başkenti projesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Siz şimdi genç bir hanım olarak Taksim'den Galata'ya saat 10'dan sonra tek başınıza rahatça yürüyebiliyor musunuz? Orada, askerliğin en zorunu yapan bir SAT komandosunu öldürmediler mi? Geçen de bir Alman Turist öldürüldü. Ben sokaklarında güvenlik olmayan bir şehrin neyini kültür başkenti ilan edeyim? Bizim zamanımızda Beyoğlu öyle miydi? Asıl o zaman kültür başkentiydi. Çıkar, Beyoğlu'nda sinemaya, tiyatroya, sergilere giderdik. Kıyafetlerdeki özen ona göreydi. Beyoğlu'na çıkmanın kuralları vardı. Özgürce yer-içer, eğlenirdik. Şimdi ne halde? İstiklal'de sokağın ortasında çiğ köfte yoğuran bile gördüm. Bu mudur İstanbul? Çoğumuzun aile geçmişine bakıldığında atalarımız bir yerlerden gelmiş, mesele bu şehirde doğmak değil, İstanbullulaşabilmek. Bu da ancak zerafetle, eğitimle, kendine gösterdiğin özenle, dili güzel kullanarak ve şehrine sahip çıkarak olur.
TURİST NEREYİ GEZMELİ
> İstanbul'a gelen yabancı bir misafirimize nereleri gezdirelim?
- İstanbul'u gezmek istiyen biri evvela Çamlıca tepesine çıkartılmalıdır. Çamlıca tepesi, İstanbul'un hemen yakınındaki en yüksek noktadır ve manzarası muhteşemdir. İstanbul'u, İstanbul'un doğasını yukarıdan ve tek parça halinde görmek için eşsiz bir yerdir. Ondan daha yüksek tek tepe Beykoz'daki Yuşa Tepesidir, ama o uzaktır. Sonra Topkapı Sarayı, Ayasofya, Kariye Camii, Sultan Ahmet Camii gelir.
MAVİ CAMİ, TURİSTLERİN UYDURMASI
Semavi Eyice, "Sultan Ahmet Camii'ne de bir isim uydurdular mavi cami diye... Neymiş, çinileri maviymiş! Evet çiniler mavidir, ama içeri girin bakın; o kadar hakim bir mavi yoktur. Boyayla işlenen mavi! Nakışlar da sonradan yapılmıştır. Bu tamamen turist rehberlerinin ve gezmeye gelen turistlerin uydurmasıdır. Yok öyle bir şey" diyor.
Gençler bu şehirde yaşamayı öğrensin
Yeni nesil İstanbul'u tanısın, sevsinler. İstanbul'da yaşayanlar, İstanbullulaşsın mutlaka, İstanbul'da yaşamayı öğrensinler. Hal, tavır, kendine özen göstermek, dili güzel kullanmak, bunların hepsi önemli. Artık sıra gençlerde! Bunun dışında sevdikleri işi yapsınlar. Ne denir; aşk olmayınca meşk olmaz. Meraklı olsunlar, etraflarına inceleyen gözlerle baksınlar. Tatillerini yatarak, dinlenerek geçirmesinler; gezsinler. Sonra, sevgi olmadan hiçbir şey olmaz. İnsanları sevecekler, hayvanları sevecekler, işlerini sevecekler... Ve en önemlisi, kitap! Çok okusunlar. Kendilerini geliştirsinler. Şehirlerine, kurallarına, tarihî dokusuna sahip çıksınlar.