"HAYAT GÜZELDİR"
Bilir misiniz meşhur bir hikaye vardır "Bir gün Fransa Başbakanı Clemenceau'yu ziyaret eden ünlü doktor Voronof, bulduğu gençlik aşısı ile kendisini gençleştirebileceğini söyler. Clemenceau da bunun üzerine; "Doktor şimdilik teklifini reddediyorum, ihtiyarladığım zaman bunu düşünürüm" diye cevap verir. Ve o zaman Clemenceau 83 yaşındadır. Nereden mi çıktı şimdi bu hikaye; çünkü tıpkı Clemenceau'nun yaptığı gibi hayata kırışan cildi ile değil heyecanlı ruhu ile bakan, yaşama azmine, üretme çabasına, zarafetine, sohbetine hayran kaldığım bir konuğum var bu hafta. Kendinizi yorgun, bezgin mi hissediyorsunuz, hatta yaşlanmış. Yapmayın lütfen bakın benim konuğum tam 97 yaşında, nasıl da dik, huzurlu, hayata bağlı ve olduğundan genç görünüyor. Şayet siz de bu işin sırrını merak ediyor, hayatı deneyimlerinden öğrenmeyi, hatıraları dinlemeyi seviyorsanız buyurun sohbetimize... B.A.
ASIRLIK ÇINAR REŞİT İSKENDEROĞLU'NDAN GENÇLERE ALTIN TAVSİYELER: DÜRÜST OLUN Siz, yaşınız itibarıyla yaşayan bir tarihsiniz; cumhuriyet öncesi, sonrası birçok anınız olmalı... 97 yıl dile kolay... Ama hepsinden önce, okuyucularımız için kendinizden bahseder misiniz?
1912 Yılında, Diyarbakırlı bir ailenin 6 çocuğundan biri olarak dünyaya geldim. Babam Mehmet Münir İskenderoğlu annem de Diyarbakır'ın tanınmış ailelerinden eski meclisi mebusan Arif Pirinççioğlu'nun kızıdır. Aynı zamanda Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Gökalp'le akrabalığım da anne tarafıma dayanır. O günün şartlarında çok kolay olmayan, ama insanı hayata hazırlayan bir çocukluk yaşadım. Okul hayatım maceralarla geçti... Diyarbakır'da başladım, fakat haylaz bir öğrenciymişiz ki birkaç arkadaşımla beraber okuldan uzaklaştırma aldık ve daha o yaşta okumak için Elazığ'a gittik. Okulumuz yatılı da değildi, sağda solda kaldık. Elazığ serüveni de uzun sürmedi ve İstanbul'a geldim. Ortaokulu ve liseyi Fevziye Mektebinde okudum. Liseden sonra hem yüksek öğretim hem de dil eğitimi için Belçika ve Fransa'ya gittim Fakat günün şartları gereği uzun kalamadım ve geri döndüm. Dönüşte Ankara Hukuk Fakültesini bitirdim. Yıllarca avukatlık ve baro başkanlığı yaptım. Diyarbakır Fen Lisesi'nde ve pek çok yerde tarih, Türkçe ve hukuk dersleri verdim, konferanslara katıldım, kitaplar ve makaleler yazdım. Şu an Ankara'da yaşıyorum. Eskisi kadar yoğun değilim ama vakıflarla ortak çalışmalar yürütüyorum.
İSKENDERPAŞA'NIN TORUNU
Sizin çok da derin bir aile geçmişiniz var. İskenderoğlu soyadının nereden geldiğinden bahseder misiniz?
Ailemizin anıldığı Paşaiskenderzade ismi soyadı kanunuyla İskenderoğlu halini aldı. Bu ismin asıl sahibi dedemiz İskender Paşa, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinin önemli beylerbeylerinden, kumandanlarındandır. Çeşitli illerde valilik de yapmıştır. Diyarbakır da sonuncusudur. Diyarbakır'da 14 yıl yaşamış, burada evlenip buraya yerleşmiştir. İlim ve sanata çok değer verir, halka adaletle hükmedermiş. Zamanının ilim ve fikir adamlarını himayesine alır, onlarla saatler süren sohbetlere otururmuş. Diyarbakır'daki adını taşıyan İskenderpaşa Camii'ni de o yıllarda yaptırmış. Caminin yanı sıra selamlık bölümü ve külliyatıyla adeta bir medrese, bir hükümet konağı gibi hizmet vermesini sağlamıştır. Ayrıca İstanbul-Kanlıca'daki İskenderpaşa Camii de dedem tarafından kendi adıyla yaptırılmıştır. Hayatının son döneminde İstanbul'a dönmüş ve orada vefat etmiştir. Türbesi de Kanlıca'daki İskenderpaşa Camii'ndedir. Her iki camii de hâlâ sağlam ve ibadete açıktır. İşte ben İskender Paşa'nın 12. kuşaktan torunuyum.
Cahit Sıtkı ve Ziya Gökalp'le akrabalığınızdan bahsettiniz. Biraz da onlardan konuşalım mı?
Cahit Sıtkı kuzenim, Ziya Gökalp de annemin halasının oğlu. Ziya Gökalp, Diyarbakır'ın yetiştirdiği en önemli edebiyat ve fikir adamlarından biridir. O dönem halkın bilinçlenmesinde önemli görevler üstlenmiş, hocalık ve milletvekilliği yapmıştır. Fakat o bizden yaşça çok büyüktü. O yüzden benim daha çok Cahit Sıtkı ile yakınlığım vardır. Size onu anlatayım biraz. Cahit Sıtkı ortaokulu İstanbul'da Fransız mektebinde okudu. Sonra da sınavla Galatasaray Lisesi'ni kazandı ve liseyi de orada bitirdi. Malum o yıllarda ben de İstanbul'da okuyordum. Hafta sonlarını, ders çıkışlarını hep beraber geçirirdik. Gah Beyoğlu'nun kültür, sanat ve edebiyat kokan kaldırımlarında gah boğazda bir vapurun yan tarafında alıyorduk soluğu. Cahit daha 10. sınıftayken şiir yazmaya başladı. Hem ortaokulu hem liseyi Fransızca okuduğu için Fransızcası da çok kuvvetliydi. Uzun yıllar kendini Fransız edebiyatına verdi. Bir yandan da kendi dilinde şiirler yazdı. Neden sonra Türkiye onu Peyami Safa'nın Cumhuriyet Gazetesi'ndeki bir tam sayfayı dolduran yazısıyla tanıdı. Peyami Safa ondan geleceğin büyük Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı diye bahsediyor ve birkaç şiirinin de incelemesini yapıyordu. Şiirlerinde sıkça ölümü, yalnızlığı işlediği doğrudur bu yüzden de karamsar olarak tanınmıştır ama aslında hiç karamsar değildir. Aksine son derece insan sevgisiyle, yaşamla dolu bir şairdir. Hatta bu özelliği Unesco tarafından da kabul görmüş ve üç şiiri Unesco tarafından yabancı dillere çevrilip dünya edebiyatına kazandırılmıştır. Bunlardan biri de Cahit Sıtkı'yı anlattığım "Memleket İsterim" adlı kitabıma aldığım "Harita" isimli şiiridir.
YAŞ OTUZ BEŞ, YOLUN YARISI
Cahit Sıtkı Tarancı'nın yaş otuz beş şiirini ezbere bilirim, hem çok severim hem de bir o kadar hüzünlenirim. Bu kadar mı güzel anlatılır insan ömrü ve nihai gerçek.
Yaa en acısı da kendi ömrünün kısa olması. Kader. "Dante (İtalyan şair) gibi ortasındayız ömrün" derken, ömrün yetmiş yaş olduğunu düşünmüş ama kendisi o yaşı görmeden 46 yaşında vefat etmiştir. Geçen yıl bir Cuma namazı için gittiğim Kocatepe Camii'nde imam, ölümden bahsederken şairin bu şiirinin son dizelerini okudu. Bu hutbenin bütün camilerimizde aynı gün okunduğunu öğrendim. N'eylersin ölüm herkesin başında. /Uyudun uyanmadın olacak./ Kimbilir nerde, nasıl kaç yaşında?/ Bir namazlık saltanatın olacak./ Taht misali o musalla taşında.
Size annesine babasına yazdığı bir mektuptan bahsetmeden edemeyeceğim. Hayata bakışı ile ilgili önemli satırlar vardır orada der ki ; "Seciyesinin hayranı ve takdirkarı olduğum aziz ve biricik babacağım, nasıl ki Gazi'nin Nutku Türk Gençliğine düstur oldu, sizin de, "benim senden pek büyük ümitlerim vardır, bu ümitlerimin boşa çıkmamasına gayret et, hayatta her şeye gül, neşeli ol insan ol" sözleriniz içimde doğan yeni çocuğa, yeni gence hayat alfabesi, mücadelede muvaffakiyet, dünyada saadet düsturu olacaktır." der ve devam eder, "hayatta muvaffakiyet yalnız aç kalmamakta değildir. Asıl muvaffakiyet göçüp gittikten sonra ardında bir eser bırakmaktadır. Benim de çizilmiş bir mefkurem vardır. Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim. Babacığım, bir gün gelecek ki -ah ondan evvel ölmezsem eğer- oğlunuzun şairliği ile iftihar edeceksiniz." Kısa yaşadı ama dediğini yapmak kısmet oldu. Resmî devlet töreni ile üstün bir sanat adamı olarak öbür dünyaya uğurlandı.
ATATÜRK'Ü İLK DİYARBAKIR'DA GÖRDÜM...
O dönemi, tabiri caizse Atatürklü Türkiye'yi yaşadınız. Bize o dönemi ve tanıdığınız Atatürk'ü anlatır mısınız?
Atatürk'ü ilk gördüğümde 5-6 yaşlarındaydım. Diyarbakır'da ailemle büyük bir konakta yaşıyorduk. Mustafa Kemal, henüz Atatürk olmamıştı. Kumandan olarak Diyarbakır'a gelmişti. O zaman Diyarbakır'da da garaj yok. Bizim konağın selamlık kısmında bir garaj vardı. Garaj deyince sanmayın ki motorlu aracımız var. Dayımın faytonu duruyordu. Atatürk'ün arabasını oraya park ettiler. Diyarbakır'da başka da araba yoktu zaten. Ben de orada bir ceviz ağacının altında kendi kendime ceviz topluyordum. Derken biri arkamdan tutup kaldırdı beni. Tabi ben başladığım ağlamaya. Meğer beni kaldıran Atatürk'ün şoförüymüş. Ben ağlayınca da gönlümü almak için arabaya bindirdi, kahyamızla beraber gezdirdi. Sonra, caddelerde bir ilgi, bir telaş... El sallayanlar, tezahürat edenler... Meğer bizi Atatürk zannetmişler. Atatürk'ü ilk o zaman gördüm. Derken seneler sonra Ankara Hukuk'un yıl dönümü balosunda karşılaştık. Bir arkadaşımızın sessiz duruşu dikkatini çekmiş. Yanına sokuldu, bu halinin sebebini ve neden dans etmediğini sordu. Arkadaşımız da "dans etmeyi bilmiyorum" dedi. Atatürk'ün cevabı aslında hepimize örnekti; "O zaman öğren. Türkiye Cumhuriyeti'nde bir öğrenci sadece ilim değil, aynı zamanda kültür, sanat ve muaşeret de öğrenir." Sonra bize seslendi; "Bu arkadaşınıza dans etmeyi öğretin." İşte Atatürk böyle bir adamdı. Tek yönlülük ona göre değildi.
TÜRKİYE ARTIK ÇOK DEĞİŞTİ
Peki o yılların Türkiyesiyle bugünkü Türkiye'yi kıyaslarsak? Gelecek için neler düşünüyorsunuz?
Türkiye gelişti tabi. Ve ben bu gelişimi safha safha yaşayarak gözlemledim. Dünya gelişiyor, değişiyor. Türkiye de ayak uydurdu. Eskiden hiçbirimizde şimdiki insanların imkanları yoktu. Teknoloji yoktu. Biz okuyabilmek için çok sıkıntı çektik. Her kasabada bırakın üniversiteyi liseyi, ilkokul bile yoktu. Şimdi neredeyse her ilde bir üniversite ya da en azından fakülte var. Ama korkarım kalite düşüyor. Yani diyebilirim ki eskinin lise mezunları şimdiki üniversite mezunlarından daha donanımlıydı. Öğretmenlerimiz çok özverili ve bilgiliydi. Lisede bile derslerimize üniversitelerden hocalar giriyordu. Şimdiki eğitimciler de özveri sahibidir tabi ama o dönemde millet olarak bir sınavdan geçiyorduk. Bütün halk topyekün bu mücadelenin içindeydi. Dolayısıyla, öğretmeni, öğrencisi, doktoru, mühendisi, işçisi, memuru, çiftçisi... Herkes üzerine düşenden fazlasını yapıyordu. Ama şimdi de bir geçiş dönemindeyiz ve ilerisi için ümitliyim..
Böyle bir hayat yaşadıktan sonra, şunu da yapsaydım keşke dediğiniz bir şey kaldı mı?
Evet. Eğer 100. yaşımın sabahına uyanırsam, bir kitap daha yazacağım. Ve bu öncekilerin hepsinden farklı olacak. Türkiye'nin belki de en hassas bölgesi olan Güneydoğu'da, Diyarbakır'da yıllarca yaşadım. Oranın dününü de bugününü de gördüm. O bölgenin insanını, hayat şartlarını ve cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geçen süreci yazacağım.
ÜZÜLMEYİN SAĞLIKLI KALIN
Yüzyıl demişken; bu kadar uzun ve sağlıklı yaşamanın sırrı nedir?
Asla sıkıntı yapmayacaksınız. Bir ömür boyu insan, çok çeşitli şeyler yaşıyor. Ama bu yaşadıklarınızdan katiyen üzüntü çıkarmayacaksınız. Ders alacaksınız tabi ki, ya da pişmanlıklar olacak. Ama kendinizi üzmeyeceksiniz. Hayatta kızgınlığa yer yok.. Her şeyin üstünde bir kader vardır. Ne yaşanacaksa yaşanır ve sorunların, karanlığın arkasından mutlaka güneş doğar. Ben buna inanırım. Ben 60 küsür yıllık evliliğimde de hayatımın her alanında da bunu yaptım. Kendimi üzülmekten korudum.
UZUN EVLİLİĞİN SIRRI: DENK EŞ
60 küsür yıllık bir evlilik... Bunu nasıl başardınız?
Karşılıklı anlayış, sevgi, saygı ve hoşgörü bir evlilikte çok önemli. Ama bence huzurlu ve uzun bir evliliğin ilk şartı denklik.Yeni hayat düzeni kültürleri karıştırdı. Eskiden herkes kendi yöresinden biriyle evlenirdi; şimdi iç içe girdi hayatlar. Farklı kültürler, farklı görgüler birbirleriyle büyükşehirlerde tanışıyor ve bir hevesle evlilik yapıyorlar; fakat maalesef çok sağlıklı olmuyor. Hele bir de arada, eğitim ya da sınıf gibi farklılıklar varsa hiç olmuyor. Buna eskiler "küfüv" yani denklik derlermiş. Çiftler arasında "küfüv" olmalı evvela.
97 yıllık bir hayatın süzgecinden bize, gençlere ne öğütlersiniz? Son sözümüz bu olsun.
Şiiri, edebiyatı sevsinler. Edebiyat, herkese lazım, sadece edebiyatçıların işi değil. Doktora, mühendise, avukata... Konuşan, yazan herkese lazım. Bir gün herkes bir yerde birilerine hitab eder ya da bir dilekçe, bir mektup yazar. Ve insan ne kadar güzel konuşur, yazarsa toplumda o kadar itibar görür. Güzel konuşup yazmak için de evvela bol bol okumak lazımdır. İnsanın başına gelebilecek en kötü talihsizlik cehalettir. Bilime, kültüre, sanata değer versinler. Faziletlerinden taviz vermesinler. Zaman zaman aptal hatta enayi gibi yakıştırmalara maruz kalabilirler ama yılmasınlar. Dürüst, namuslu, erdemli kalabilmek hepsine değer. Ben hayatta kimseye eğilmedim. Gençlerimiz de eğilmesin. Bunun yolu da çalışmak. Durmadan çalışmak...İnanç da çok önemli. Yaradana inanmak. Kadere inanmak. Namazı kılarım, dualarımı ederim ve ilmin, bilginin de yolundan ayrılmam. Ve çok önemli bir şey daha; gençler Atatürk'ü çok iyi anlasınlar.