Ulusoy: Merhamet sevgiyi güçlü kılar

A -
A +
Sunuş'Giderken bana bir şeyler söyle...' İlkbaharın ilk günleriydi, güzel bir akşam üstü Pazar Kahvesi'nde sizin için yeni bir röportaj yapacaktım. Sayfamın bu haftaki konuğu hakkında bildiklerimle yetinmeyip, ufak bir araştırma yaptığımda, başarılı psikiyatr kimliğinin yanında; hayatı kitaplarına adeta zerk etmiş güçlü bir yazar; insanı dinlendiren kelimeler, sakin ama kendinden son derece emin üslubu ile bende belki de, Yunus'un dergahından kelam almış, Hacı Bektaş Veli'nin himmetini tatmış, Mevlana'nın postuna dokunmuş ve bütün bu maneviyatı müsbet ilimle harmanlamış bir modern zaman mutasavvıfı, yazarı hissi uyandırdı Mustafa Ulusoy. Kendisini daha yakından tanıdıkça, sohbet derinleştikçe, ben kendi varlığımın derinliklerinde bir yolculuğa çıkmıştım o konuşurken. Sanırım, hastalarının da hissettiği böyle bir şeydi. Bana terapi gibi gelen bu röportajı okurken sizin de içinizden sesler duyacağınıza eminim. O, kendinden bahsetmeyi çok sevmese de ağzından şu ifadeyi alabildik: "Gelenekten beslenen bir ilim adamıyım." Buyurun Sn. Ulusoy ile kitaplarını yazdığı kafede yaptığımız sohbetimize..... B.A. Ulusoy: Merhamet
sevgiyi güçlü kılar KORKULAN ÖLÜM DEĞİL, AYRILIK > Varoluştan bahsederken, sondan da bahsetmeli. Ya ölüm? Ölüm değil de aslında ayrılık bizi üzen, korkutan. Ölümün bize ifade ettiği asıl şey, bilmesek de ayrılık. Bu bizim en temel ikinci hissimiz. Birincisi değersizlik hissiydi. İkincisi de ayrılık. "Ölünce ne olacak" korkusu. O olmazsa ben ne yaparım, onlar olmadan nasıl yaşarım? Bu sorunun cevabını bulmadan mutlak huzur yok bu dünyada. Hatta ilk kitabım Nietzsche ve Babaannem'i bu konu üzerine yazmıştım. > Yani, birinci acı değersizlik hissi, ikinci acı ayrılık... Bunlar kitaplarınıza da konu ettiğiniz insanın temel acıları üçlemesinin başlı başına kitaplaştırdığınız ilk iki öğesi değil mi? Biraz da kitaplarınızdan bahsedelim. Üçüncü acı nedir peki? Evet. İlk ikisi, Aynalar Koridorunda Aşk (2004) ve son kitabım Giderken Bana Birşeyler Söyle. Birincisi bu en temel ihtiyaç dediğimiz var olma, kendini değerli hissetme arzusuna kavuşamamanın verdiği acıyı, ikincisi de ayrılığın acısını işliyor. Bir üçlemenin ilk iki kitabı. Fakat şunu söyleyebilirim ki, üçüncü temel acı; seçim yapma zorunluluğu. > Sadece kitap yazmıyor, bir tv programından sinema filmlerinden yola çıkarak hayatı yorumluyorsunuz. Tavsiye edeceğiniz filmler var mı? Yani... Özellikle şu film diyemeyeceğim; ama iyi yönetmenlerin, güzel sahneleri, güzel sözleri var. Sahne odaklı düşünüp; hakikat, bilgelik ve erdemle ilgili ne alabilirim diye izlemelerini tavsiye ederim. Jack Nicholson'ın Schmidt Hakkında diye bir filmi var; onu tavsiye ederim. > Sizinle başlayalım... Hayatı konuşalım. Beni boşverelim ama hayat tabii ki zor ama esas zor olan insan olmak. İnsan olmanın kendine has bir zorluğu var. Yaşlılık, geçim derdi vs. sadece insanlara has zorluklar... Bu, insanın varoluşundan kaynaklanan bir zorluk. İnsan, yaratılmışların en yücesi. Çok bilinmez ama meleklerden bile yücedir insanoğlu. Bu durumun garip bir sırrı, zorluğu ve bedeli var. Yani bu kadar yüce yaratılmış olmak, aynı zamanda büyük de bir sorumluluk yüklüyor insana. Meslek hayatım boyunca hastalarımdan en çok duyduğum soru şu oldu; "neden bu kadar çok acı var yeryüzünde?". Yaratıcı isteseydi bu dünyada acısız bir hayat irade edebilirdi. Bunca ayrılık, hastalık, ölüm olmazdı. RIZA GÖSTERMEK GEREKİR > Bir bilim adamı için farklı bir bakış açısı. Bu söylediklerinizden pozitif ilimle maneviyatı birleştirdiğiniz sonucuna varabilir miyiz? Başka bir şansımız da yok zaten. Bir de her insanın, hayatı, diğer insanları ve etrafı kendine has bir dinleme biçimi var. Bu dinleme biçimine göre duyduklarıyla da alakalı. Hayatta neden bu kadar çok acı var sorusunun cevabını işin içine Yaratıcıyı katmadan bulamıyoruz. Özetle, beni bunu düşünmeye biraz da hastalarım itti. Çünkü gördüm ki farkında olmadan en çok serzenişte bulunulan hatta isyan edilen de aslında Yaratıcı. "Bana bu hayatı neden verdin, bunları bana neden reva gördün, babam kalp krizi geçirirken neredeydin, neden ölümünü engellemedin ya da bunca insan varken neden ben." Bu soruların muhattabı hep Yaratıcı. İşte buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, bir çok psikolojik bozukluğun başlangıcı bu isyan. Terapilerin teorileri tükendi. Artık bilim bazı sorulara cevap veremez oldu. Ve Amerika başta olmak üzere terapilerde daha mistik metodlar kullanılmaya başlandı. "Kabullenme ve devam etme" denilen bir metod geliştirildi. Buradaki kabullenme bizim kültürümüzde rıza göstermek olarak zaten var. Hatta eskiler, "rıza makamı" derler... Bu, insan olmayı kolaylaştıran, insan olmanın yükünü hafifleten ve insanı, hayatını zorlaştıran isyandan kurtaran bir yaklaşım. Buraya ulaşmak insanları inanılmaz rahatlatır; insanlara, yaşadıklarına ve olaylara yukarıdan bakmayı öğretir. BEKLENTİ DEPRESYONA İTİYOR > Yani kabul etmek, acıları azaltır, hayatı kolaylaştırır, bizi rahatlatır diyebilir miyiz? Çok rahatlatır hem de. Fakat, bu dünyada maalesef acısızlık diye birşey yok. Hayata zirve noktasından bakan peygamberler bile acı çekmiş. Yaratıcıya mutlak bağlılık bile acılarımızı sıfırlamaz. Hiç kimse bu dünyadan acı çekmeden ayrılamaz. Çünkü Yaratıcı bu dünyayı böyle kurgulamış. Mesele, acıları taşıyabilmek ya da taşıyamamak. Acıları taşınmaz hale getiren bizim isyanımız. Kabullenmek, tahammül gücümüzü de artırır ve acılarımızı, dolayısıyla hayatı katlanabilir hale getirir. Yaratıcının bize vaad ettiği mutlak huzur, -erişebilirsek eğer- cennette. Bu dünyada, katlanmayı öğrenmeliyiz. > Hastalarınızda da en çok gördüğünüz durum bu kabullenememe hali mi? Hayır. Yani bu kabullenememe hali, çektikleri acıyı katlayan bir unsur. Hastalarımda gördüğüm en yaygın şikayet; önemli olma, değerli olma arzularını tatmin edememek. Herkesin içinde bir benlik duygusu var. Ve bu onlarda hep övülme, değer görme, önemsenme ihtiyacı doğuruyor. Ve maalesef bu duygularına karşılık bulamadıklarında, yani etraflarından bekledikleri iltifat ve alakayı göremediklerinde depresyona giriyorlar. Biyolojik depresyonlar hariç, neredeyse bütün vakalarda varoluşla ilgili bir inanç eksikliği var. Özünde yatan da işte bu değersizlik hissi. Hatta biyolojik durumlarda bile bu kabullenme becerisi tedaviyi kolaylaştırır. Bir nevi kadere razı olma durumu. Yani kişi hastalığını kabul ediyor. Bu duruma uyum sağlıyor. Ve ona göre yaşıyor. Bu da iyileşme sürecini kolaylaştırıyor ve hızlandırıyor. Bir başka deyişle hastalığını kabullenmemek, bu duruma isyan etmek tedaviyi de güçleştiriyor. EGEMEN KÜLTÜR ISSIZ ADAMLAR ÇIKARTIYOR > Tam da filmlerden bahsederken bir de Issız Adam filmi ve filme ismini veren sendrom var. Evet böyle bir sendrom var ve giderek de yaygınlaşıyor. Issız adamlar, narsist adamlar... Bu biraz da egemen kültürün sebep olduğu bir durum. Egemen kültür diyor ki; değerli olman için iyi şeyler yapman lazım, ancak o zaman hayran olabilirim sana. Hayatın anlamlılığı ve değerliliği hayran olunmaya indirgendi. Beğeniliyorsan, takdir görüyorsan, Hayran olunuyorsan, değerlisin gibi bir denkleme sıkıştırıldı insanoğlu. Üstelik egemen kültür böyle bir yaşama biçimini teşvik ediyor. Ve bu maalesef aşka, yaşanan ilişkilere de yansıdı. Aslında kendimizi, karşımızdakinin bizi beğenmesini sevmeye başladık. Issız Adam'daki durum da bu. Daha şiddetlisi, narsizmin doruk noktası. O yüzden kimseyle uzun süreli birlikte olamıyor. Belki de aşık oluyor ama bir ilişki kuramıyor. Bunu istemiyor. Ciddi bir ilişkiye başlayınca, beraber olunca içindeki şiddetli ve tutkulu hisslerin söneceğini biliyor. Filme dönersek, bu yüzden o kızla beraber olmuyor. Hissettikleri ne kadar kuvvetli olursa olsun, zamanla sıradanlaşacağını biliyor ve bunu yaşamamak için de kaçıyor. Buna belki aşk diyebiliriz ama; sevgiden ve birlikteliğin ilişkiye dönüşebileceğinden bahsedemeyiz. > Peki birliktelik, sağlıklı bir ilişkiye nasıl dönüşür? Siz kitaplarınızda aşk konusunu da işliyorsunuz. Bakın, insanlar duydukları şiddetli hislerin, aşkın etkisiyle kısa sürede evleniyor ve mutlu olabileceklerini düşünüyorlar. Sonra da aramızda aşk bitti deyip ayrılıyorlar. Halbu ki öyle değil. Aşkı, sevgiyi güçlü ve uzun süreli kılan başka bir his var; merhamet! Sevgi merhameti barındırır. Kendimizden önce karşımızdakini düşünürüz, onun üzülmesinden korkarız. Ve onu incitmemek için çaba harcarız. Yaşadıklarımıza özen gösteririz ve ancak o zaman yaşananlar bir ilişki olur. Emek vermekle, özen göstermekle, yaşananları süslemekle olur ilişki. Kısacası özen gösterilen ilişki derin bir bağlanma sağlar. Ne sevgi yeter tek başına, ne aşk. Bunlar sadece ilişkinin başlaması için gereken unsurların bazılarıdır. Ulusoy: Merhamet
sevgiyi güçlü kılar ÖNEMSİZ DEĞİLSİNİZ > Benim için çok keyifli bir sohbet oldu, eminim okuyucularımız da okurken aynı hisleri paylaşacaklar. Onlara son olarak ne söylemek istersiniz? Kendinizi asla önemsiz hissetmeyin. Çevreniz için değil önce kendiniz için birşeyler yapın. Biz sadece insan oduğumuz için bile çok önemliyiz. Yaratıldığımıza göre, şartlarımız, yaşadıklarımız ne olursa olsun nefes aldığımıza göre, demek ki Yaratıcı hâlâ bizden bir şeyler bekliyor. Demek ki hâlâ çevremize, bu dünyaya verecek birşeylerimiz var. Varlığımızla, başardıklarımızla çok gururlanmamız gerektiği gibi, sahip olduklarımızı kaybettiğimizde, felaketlerle karşılaştığımızda da isyan etmemeliyiz. Çünkü, sahip olduğumuz her şey aslında sadece bu dünyaya ait. Agnes Heller'in sözü var, "ahlak varlığa özen göstermektir" . Bu hayatımın sözüdür ve bunu bütün hayatımıza yayabiliriz. Yani iyi bir ilişki ilişkimize ve karşımızdakine özen göstermektir. Özen göstermek çok güzeldir. Varlığımıza, hayatımıza, ilişkilerimize, hayatımızdaki insanlara, sahip olduğumuz her şeye özen göstermeliyiz.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.