Suruç'taki çadırkentte kalan Zozan, bizi Kobani'deki evine kahve içmeye davet etmişti. Bölge DAEŞ'ten temizlendi, Zozan anayurduna döndü. Biz de davete icabet ettik. Yıkılmış, harap durumdaki şehrin her yanında büyük acılar gördük

Yepyeni bir hastane bir günde yerle bir olmuş, okullar, evler, iş yerleri harabeye dönmüş. Şehrin merkezinde şehre saldıran, DAEŞ tanklarının kalıntıları var. Bir de 'Kobane Hun Xer Hatin' yazısı... Bana en çok dokunan tankın kalıntılarıyla yan yana yerde duran 'Kobani'ye Hoşgeldiniz' yazısı oldu. O sırada fotoğraf çekilirken, birisi 'yazılar yerde artık ama keşke önceden görseydiniz şehrimizi' diye seslendi.
Kobani'de yaşananlardan sonra bir çok komşumuz mecburen ülkemize geldi, Suruç'ta AFAD'ın ve Suruç Belediyesi'nin çadıkentlerinde veya akrabaları olanlar akrabalarının yanında bir sığınak bulmaya çalıştı. En son AFAD tarafından yapılan Türkiye'nin en büyük çadırkentinin açılışı Emine Erdoğan Hanımefendi tarafından yapıldı. Zor şartlarda farklı yerleşimlerde yaşayan bir çok kişi oraya yerleşti. 7000 aile çadırı bulunan Suruç çadırkentinde 4 adet okul, bir sahra hastanesi, çocuk oyun alanları, spor alanları, mesire yerleri gibi bir çok sosyal imkan da mevcut. Ama ne yaparsanız yapın, vatan gibi, evi gibi olmuyor hiç bir yer ülkemize gelmek zorunda kalan komşularımıza. Özellikle Kobani'den gelen aileler, hızlıca ilk barış haberi geldiğinde geri dönmeye başladılar. Ama nasıl bir yere geri döndüler? Orada hayat tekrar nasıl kurulacak? Bunlar cevabı oldukça zor sorular...

Şanlıurfa'da yaşamam sebebiyle bir çok kez Suruç'a gitme imkânım oldu. Bu ziyaretlerden bir tanesinde Suruç Belediyesi'nin çadırkentinde kalan bir aile ile tanıştım. Hani bazen yüzlerce insan arasından bir kişi sizin tam kalbinize hitap eder, bir anda ona doğru bir çekim hissedersiniz, benim için de Zozan böyle oldu. Birbirinden tatlı çocuklarıyla çadırkentin hüzünlü havasına rağmen yüzündeki ümit ve huzur ifadesini hiç kaybetmeyen birisi Zozan. Öyle ki her ziyaretimde ona uğramaya başladım, arkadaş olduk, dost olduk. Benim yarım yamalak kürtçem ile zar zor iletişim kursak da, kalbin dili birdir. Biz o kalbin dilini kullanarak eksikleri tamamladık. Sonra gün geldi ve Zozan Kobani'ye geri döndü. Onu şehre evime davet ettiğimde hep aynı cevabı verdi bana, 'Biz evimize döneceğiz inşallah, sana Kobani'de kahve yapacağım' Hep eşinden, akrabalarından, Kobani'den haber bekledi, dönebilmek için. Çadırkent'teki zorlu hayat şartları da onu yıldırmadı, ümitsiz bekleyişler de... İtiraf edeyim ben bir gün Kobani'ye evine gidip çay içmek için dua etsem de inancım azalmıştı. Elimden geldiğince onları daha kalıcı daha rahat edebilecekleri bir çadırkente geçmeye ikna etmeye çalışıyordum. Oysa Zozan inancını hiç kaybetmedi, bu süreçte vefat eden 2 küçük bebeğine, 3 evladıyla çektiği zorluklara, eşinin uzakta olmasına rağmen inancını ve mücadele azmini hiç kaybetmedi. Sonra aradan zaman geçti ve şehrine, memleketine kavuştu. Benim ise, sınır kapısından geçtiğimde söz verdiği gibi ailecek bekleyen bir dostum oldu. Öğretmen, anne, eş ve her şeyden önce insan bir arkadaşım var artık Kobani'de. Şu an gidiş gelişler sınırlı Kobani'ye. Ticaret imkânları da kısıtlı. Oysa yürüme mesafesinde Suruç ve Kobani. Yeniden inşa edilmesi için en çok yardım da Türkiye'den gidiyorken, ihtiyaçlar için daha farklı bir dayanışma olması lazım gibi görünüyor.
Suriye'de yaşanılan acı savaş, bir çok insanı etkiledi, bir çok insan şehirlerini bırakıp, evlerini bırakıp Türkiye'ye yerleşti. Kobani'den de bir çok insan ülkemize geldi ama bir çoğu geri döndüler. Harabe halinde olan şehirlerine aldırmadan, yaşadıkları acılara rağmen, Türkiye'de onlara sunulan imkanlara rağmen. Ben bir hikâyeye şahit olduğum gibi sizlere aktardım ama yüzlerce hikâye var ve bu çocukların gelecekleri için, yürüme mesafesinde komşumuzla sağlıklı ilişkiler kurulması için iletişimin ve karşılıklı anlayışın sürmesi, artması ve barışın daim olması lazım.
Kobani'de çocuklar harabeye dönmüş şehirde, ellerindeki imkanlarla onardıkları okullarda eğitim görmeye çalışıyorlar. Kısıtlı doktor ve hastane hizmeti bir çok hastalık riskini beraberinde getiriyor. Şehrin merkezinde yerleşim imkanı hiç yok, sadece harabeye dönmüş binalar iş yeri olarak kısmen kullanılmaya başlanmış. Köylerdeki evlerde imkânlar kısıtlı. Su var ama elektrik sadece jeneratörlerle sağlanıyor o da çok az yerde mevcut. Şimdi burada bir çok siyasi konu konuşulabilir, bir çok farklı fikir tartışılabilir ama bir tek şey tartışılamaz ve tartışılmamalı bence. Sebepler ne olursa olsun, sonuç ortada. Yıkık bir şehirde büyüyen çocukları var Kobani'nin. Cesur yürekli kadınları var. Yaralarını sarıp hayata devam etmeye çalışan insanları var. Sadece Kobani'de değil bir çok yerde bu böyle. İnsan düşünmeden edemiyor, yukarıdan bombalar yağarken yerle bir edilen şehri görünce, başka türlü olamaz mıydı diye?!!! Veya DAEŞ'in ele geçirip bir şehri acımasızca bombaladığı tankların paramparça edilmiş kalıntılarını görünce, o acımasız tankların insanlara karşı yine bir 'insan' komutasında yapmak istediklerini düşünmeden edemedim.
Bir bina kalıntısının önünden geçerken, 'Burası bir hastaneydi. Yeni bitmişti, son teknoloji aletleri yeni gelmişti. Kobani'nin en büyük hastanesi olacaktı. Ama daha ekipmanlar içeri yerleştirilemeden, bina yerle bir oldu. Artık hastane yerine bu yıkıntı var.' dediler... Aynen iletiyorum. Ben savaş muhabiri değilim. Siyasetten hiç anlamam. Ama dünyanın her yerini gezerken yüreğini açan insanlar benim en büyük hazinem. O yüzden de Kobani'ye gittiğimde orada bana yüreğini açan insanların hikayesini anlatmak istedim. Dünyada sınırsız problem var ve insanlık adına yapılan yanlışlar gün geçtikçe artıyor. Çözümü nerede bilemiyorum ama herkes birşeyler yapsa, ve başkalarının yaptığına söz etmek yerine, kendi çabalarına enerjisini harcasa, belki daha iyi bir yer olur dünyamız.