Ada vapuru yandan çarklı!..

A -
A +

Artık genel istek oldu. Başkalarının başına gelen komik olayları yazıyorum ya... 'Seninkini de anlat' diyen hayırlı (!) arkadaş çok. Bayramlık niyetine... Bu bombanın sahibi benim! 90'lı yılların başında bir F.Bahçe - G.Antep maçından (nasıl unuturum) Cağaloğlu'na film yetiştirmem gerekiyordu. O dönemlerde böyle laptoptu, internetti, cep telefonuydu, bilmem GPRS'di filan tanışmamıştık. Maçlardan fotoğrafların yetişmesinin tek yolu, ilk 15-20 dakikadan deklanşöre takılan filmleri alelacele kapıp gazeteye götürmekti. Zaten film banyosu maçın bitimine doğru ancak çıkıyordu. Genç, hızlı ve gözü kara bir muhabir olduğum için (!) bu önemli görev bana tevdi edildi (Kurtlar Vadisi'nin Hüsnü Bey'i gibi oldu.) Neyse, daha dakikalar 17'yi gösterirken ben diğer foto muhabiri ağabeylerimden de kaptığım filmleri itinayla bir zarfa, zarfı da yeleğimin cebine yerleştirdim. Kadıköy'ün o sıkıcı trafiğine saplanmamak için orta mesafe koşucusu temposunda iskeleye seğirttim. Evet işte yakalamıştım! Bir sonraki vapurun yarım saat sonra olduğunu göz önüne alırsak iyi bir başarıydı doğrusu. İskele görevlisi tam kapıyı kapatmak üzereyken "geldiiiim" diye haykırdım. O sırada çımacı, tekerlekli iskeleyi çekmiş, halatı toplamakla meşguldü. Ama o da ne! İki vapur yan yana ve ikisi de beyaz köpükler saça saça çalışır vaziyetteydi. Tüh! Ben de kafamı kaldırıp hangisinin nereye gittiğine bakmaya fırsat bile bulamamıştım. Bir uzun atlamacı edasıyla kendimi vapura hoplatırken çımacıya sordum; - Hangisi Eminönü? - Bu işte... Ohhh! Yarım dakka sonra büyük bir huzur ve gururla gazeteye doğru yol alıyordum işte. Her şey, Haydarpaşa Tren Garı'nın sol omuz hizamda kaldığını görmemle başladı. Normalde kaptan ya kafayı yemiş olmalı, ya da açık denizde Eminönü'ne gitmenin başka yolunu keşfetmiş olmalıydı. İçerideki yolculara gözüm takıldı bir an. Alt tarafı 15 dakikalık yolculuk için fazla rahat davranmışlardı. Kimisi hırkasını üstünden çıkarmış yanına koymuş, kimisi gazeteyi yaymış, bulmacasına kafayı takmış... Korka korka yanımdaki teyzeye (genç değildi, basbayağı teyze işte) sordum; "Bu vapur Eminönü'ne gitmiyor mu?" Rum şivesiyle cevap verdi kadın; "Adalâra gider bu, Kınali'da ineceyim ben de..." Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yanımda telsiz var, anons edip benden umudu kesmelerini söylesem mi acaba? Yok, yok telsizi dinleyen herkese rezil olmak var. En iyisi kaptana hava atayım, "Gasteciyim çek Eminönü'ne" diye. Nooluyo yaa, korsan mıyız? Adam takar mı seni? Ya bu son vapursa, dönüşü yoksa? Cepte beş kuruş yok. Nerede kalırım, nasıl yaparım? Üç-beş adımda koridoru geçip Kaptan Köşkü'nün merdivenlerine tırmandım. - Delikanlı buraya girmek yasak! - Kaptan biliyorum da. Bi şey soracaktım... - ...? - Dönüşü var mı bu vapurun? - Valla bugün yok, n'oldu ki?.. Dur yaa, neydi günlerden? - Cumartesi... - Olacaktı galiba... Adam dümeni mümeni bıraktı, masaya bir harita açtı çarşaf gibi. Kenarlarında sefer numaraları, saatleri filan yazıyor. "Var" dedi, elini haritada bir noktaya bastırarak. - Ama Kınalı'ya önce biz yanaşırsak mesele yok. Oradan kalkan vapur açıkta bekler. Yok onlar önce yanaşırsa biz bu sefer aleste (harekete hazır halde) bekleriz. O zaman da kaçırırsın. Miyavlar gibi bir sesle, "Eee, bassana gaza o zaman" dediğimi hatırlıyorum. Sakar adam yanlış tarifeye bakmış. Yardımcısı kestirip attı; "Yok bunun dönüşü." "N'apcam ben yaa" diye mırıldanırken çaycısı, maycısı akıl vermeye başladı; "Bence Heybeli'de in, oradan Bostancı'ya geçen tekne bulursun", "Yok, yok, Büyükada'ya kadar devam et geç de olsa vardır bir vapur mutlaka..." "Vardır belki..." Bu ihtimal bana daha yakın geldiğinden olacak, Büyükada'ya kadar büyük bir sabırla devam ettim. Vapurdan iner inmez, gişeye kafayı soktum; - İstanbul'a vapur var mı bu saatte? (Saat 22.30 sularında) - 15 dakka sonra kalkıyo!.. Eyoooo! Zafer budur işte. Olum Cahit çok akıllısın. İyi ki "Heybeli'de in" diyen sersem çaycıyı takmadın. Hemen bir telefon kulübesine koştum. Hızlı hızlı numaraları çevirip bekledim, karşıma çıkan şefimiz Mazlum Abi'ye ürkek bir sesle "Alo" dedim kısaca. - Nerdesin olum, Adalar'da mısın? Ayy ağlıycam, "Abi nerden bildin yaa?" - Olum filmleri evine götürecek değilsin ya. Bu saate kadar gelmeyince yanlış binmişsindir diye düşündüm... - Abi aynen öyle. Ama merak etme sen. Dönüşü varmış. Yetiştiricem ben İstanbul baskısına... - Yok, kal olm istersen... - Yav bari dalga geçme abi... Ama sözümüz söz... Tuttuk netekim! Gecenin bi yarısı gasteye attım kendimi, filmler banyodan çıkınca da en tepedeki, en büyük resmin yerine süper bir enstantane girdik. Şimdi benim bu meslekî başarım göz ardı ediliyor, aksine bir başarısızlıkmış gibi yıllardır kinayeli bir şekilde dilden dile anlatılıyor. Allasen, çok mu komik?.. Unutulmaz anılar O bir futbolcu. Tam 11 yıl Fenerbahçe'de solaçık oynadı. 120 gol attı. Yüksekokul mezunu. Futbol oynadığı dönemlerde seyircilerin hayranlığını kazanmış bir kişi Halit Deringör... "Fenerbahçe Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanları" başlıklı kitabında sayısız hatırası var... "Fenerbahçe'de oynadığım yıllarda antrenmana geliş gidiş ücreti olarak bize 1 lira ödeniyordu. 1948 yılında Ignace Molnar'ın antrenörlüğünü yaptığı benim de oynadığım Fenerbahçe hiç yenilmeden 14 maçta sadece bir beraberlik alarak ve ligde 49 gol atarak şampiyon olmuştu. Bir başka açıdan Fenerbahçe, o yıl maç başına ortalama 3.5 gol atmıştı... Futbolu bıraktığımda ben 30 yaşındaydım ve üstelik o zamanlar bir çocuğum vardı. Top ayakkabılarımı teslim ederek 'Allahaısmarladık' bile demeden kulüpten ayrıldım. Değil para, bir buket karanfil bile almadan. Sadece 1945 yılında bir şampiyonluk ödülü olarak bana verilen bir cüzdan vardı ama içi boş bir cüzdandı bu..." Unutulmaz sözler... "Rugby centilmenlerin barbarlar için oynadığı bir oyundur. Futbol ise barbarların centilmenler için oynadığı bir oyundur." (Oscar Wilde)

300
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.