Basketbolun altın çağını yaşadığı yıllardı 1980'ler... Televizyonda bir dizi vardı hani, "Beyaz Gölge" diye. Koç Reeves ve öğrencilerinin maceraları, uçuk-kaçık halleri hepimizi kilitlemişti ekrana. Zaten kilitlemeyecekti de ne olacaktı? O zamanlar televizyon zaten tek kanaldı ve başka da yapacak bir şey yoktu. Ama o ekranlardan taşan basketbol sevgisi daha sonra mahallelerin direklerine birer çember dikmeye, okullarda "Kuuuuliç atıyor ve basket" naralarına yerini bırakıyordu. Spor ve Sergi Sarayı'nda oynanan basketbol maçlarında kuyruklar oluşuyor, basketbol sevgisi çığ gibi büyüyordu Türkiye'de. Derken... Derken 90'larda Efes'in Koraç Kupa'sını kaldırmasını, ertesi yıl aynı kupada Tofaş'ın finale yükselmesi, Efes'in Avrupa Ligi'nde Final-Four'da finale çıkması izlemişti. Belki bu takımlar aynı gün aynı saatlerde oynadıkları bu maçları kazanmış olsalardı basketbolda çok farklı olacaktı her şey ülkemiz için... Olmadı... O kara perşembenin ardından Türk basketbolu kabuğunu kıramayınca içine çekiliverdi. Basketbolun hızla kan kaybetmesinin fitili ateşlenmişti o gün. Basketbolseverler küsmüştü bir kere, tribünlerde artık heyecan kalmamıştı. Akabinde Tofaş depremi geldi. 2000 yılında kazanılan şampiyonluğun ardından tüm medyaya gönderilen kısa metinli faksla Tofaş'ın basketboldan çekildiği duyuruluyordu. İşte bu, tam bir çöküştü basketbol için. F.Bahçe, G.Saray ve Beşiktaş'ın da yatırımlarını yok denecek kadar az seviyelere çekmesiyle meydan Ülker ile Efes'e kalmıştı. Sonraki yıllarda bu iki takım hep kendi çalıp kendi oynadı adeta. Ama bir eksiklik vardı... Onca başarıya rağmen bu iki müessese kulübü salona seyirci çekmeyi başaramıyordu. Ülker de son şampiyonluğun ardından kepenkleri indirip, maddi gücünü seyircisi "garanti olan" üç büyüklere verdi. İşte bu "pazarlama taktiği" tam isabet oldu. Fenerbahçe Ülker, basketbolun "Şampiyonlar Ligi" Euroleague'de, futbol takımı gibi çeyrek final oynadı. Galatasaray Cafe Crown ve Beşiktaş Cola Turka, ULEB Kupası'nda çeyrek finalde İtalyanlara Türk derbisi izlettirdi. "3 büyükler"siz ne basketbol, ne de spor çekilmiyor. Bize yeniden eski heyecanları yaşatanlara teşekkürler... Sağolun, varolun... ah basına gelenlerÖptün mü toprağı? Öptüm! Olay daha yeni... Bizim Mehmet Emin Uluç'u İngiltere'ye gönderdik Chelsea-F.Bahçe maçı için... Ertesi gün aradık, kötü haber... Orada durup dururken oturduğu yerde düşüp bayılmış, kafasını yere çarpmış, alnı yaralanmış, gözünü hastanede açmış... Ayıldıktan sonra da İngilizler bırakmamış, tedbir olarak geceyi hastanede geçirmiş... Dönüşünü de dört gözle bekliyoruz tabii. Gün boyu cebinden aradım, kapalı. Nihayet ulaştım. İşte sonraki konuşmalarımız: - Olum nerdesin yaa, geldin mi? - Hee geldim... - Eeee az daha yaban ellerde gidiyodun, öptün mü İstanbul'a inince toprağı? - Yok ben toprağı Londra'da öptüm, hem de bayağı şiddetle... - Hahaha... Bir de burada öpseydin!.. - Zaten Mazlum Abi de sordu, 'Nasıldı İngiltere' diye... Dedim valla bayıldım İngiltere'ye öyle böyle değil!.. - Sisli havayı görünce kendinden geçtin yani... - Sis olum, yani sus olum.. Gülünce kafam acıyo... - Sen de kafa mı var? - Bak hâlâ konuşuyo... Avcı av olmadı G.Saray, Kalli'nin gidişinden sonra 5 maçlığına takımı teslim edecek hoca aradı. Elbette, bu kritik dönemde, takımı ve Türkiye'yi hiç tanımayan yabancı bir hoca getirmek mantığa aykırıydı. Ne yaptılar? Bir zamanlar G.Saray'ın içinde bulunmuş, istikbal vadeden, Milli Takım'ın altyapılarında ve İstanbul Belediye'de kendini ispatlamış Abdullah Avcı'ya teklif götürdüler. Türkiye hariç neredeyse bütün gazeteler, Avcı'nın "etik" sebeplerden dolayı teklifi kabul etmediğini yazdı. Oysa teklif 5 maçla sınırlıydı, devamı çifte şampiyonluğa bağlıydı. Avcı, hemen her hocanın atlayacağı teklife içi "cız" etse de atlamadı. Avcıyken, av olmadı yani... Unutulmaz sözler... "Hakemler sadece kuralları bilir, futboldan anlamazlar" (Bill Shankly)