Georgetown Üniversitesi "20 Temmuz 1969"

A -
A +

Henüz 12 yaşında bile değildim. Ailemle beraber Amerika Birleşik Devletleri'nin kuzeydoğu kıyılarının açıklarında bir adada yaz tatilimizi geçiriyorduk. Henüz çocukluk masumiyetinin olduğu güzel günlerdi. Balık avlar, deniz tarağı toplar, teknemiz "duba"yla (ismiyle müsemma bir tekneydi, zira kardeşlerimle beraber çok defa tamir etmemize rağmen yine de su sızdırırdı) gezer ve denizde geçirdiğimiz uzun saatler sebebiyle marsık gibi yanardık ve bu hiç umurumuzda olmazdı. Denizde olmadığım zamanlarda ise yalınayak kumlarda, toprak yollarda ve kırlarda dolaşırdım. Yaşadığımız yerin dışındaki dünyadan bihaber, mutlu bir şekilde yaşardım. Babamın ''aptal kutusu'' dediği televizyon henüz hayatlarımıza bu kadar girmemişti, genellikle bir dolapta durur ve sadece haber seyredilirdi. Adada televizyon pek çekmezdi ve izleyebilmek için antene tuhaf şekiller vermek gerekirdi. Radyo haberleri de nadiren olurdu ve o da çok iyi çekmezdi. Haberlerin çoğunun kaynağı 11 kilometre uzaklıkta olan şehir merkezindeki ''The Globe'' adındaki gazete bayii idi. Ailem gazete alırdı. Biz gençler bazen spor sayfasını okur, nadiren ön sayfaya şöyle bir göz atardık. Sonra da dünyadaki karmaşadan hiç haberimiz olmadan ve umursamadan kendimizi bizim için asıl önemli olan şeylerin, denizin ve güneşin kucağına atardık. Soğuk Savaş zamanıydı, uzay yarışı, nükleer savaş korkusu ve bir çok Amerikalıya anlamsız gelen Orta Doğu'dan yükselen gümbürtüler vardı. Okulda bazen nükleer saldırı tatbikatı yapardık, sıraların altında saklanır, öğretmen bizi bırakana kadar kıkırdardık. Soğuk Savaş siyaseti hiç ilgimi çekmiyordu. Daha çok buz hokeyi, futbol ve diğer bazı sporlarla ilgileniyordum. Şimdinin gençlerinin dünyası gibi, aşırı bilgiye boğulmuş, yoğun bir dünya o zamanlar yoktu. Benim için en büyük endişe kaynağı, ertesi gün havanın güneşli olup olmayacağı ve denize açılmak için rüzgarın nasıl olacağıydı. Ancak 20 Temmuz 1969 çok farklı bir gündü. Sıcak, nemli ve heyecan dolu bir gündü. Bunca zaman geçmesine rağmen, hâlâ o günün bazı anlarını hissedebiliyorum. Bulunduğumuz küçük evin çatısına en yakın odalardan birinde mahalle arkadaşlarım ve abilerimle beraber toplanmıştık. Televizyonu açtık. Ekran çok karıncalıydı ve ses bozuktu. Bir süre anteni ayarlamaya çalıştık. Pek bir şey değişmedi. Sonra Dartmouth Koleji'nde tıp okuyan ve çocukken lazer yapan mahalledeki zeki çocuklardan biri, anteni alüminyum folyo ile sarmamızı söyledi. Yaptık. Görüntü baya düzeldi. Sonra televizyonu nereye koymamız gerektiği konusunda bağrıştık. Sonunda bulanık bir görüntümüz ve pek de iyi olmayan sesimiz oldu. Bir de radyo bulduk. Spikerin sesini net bir şekilde duyunca, harika diye rahatladık. Bir kaç çocuk ve yetişkin bulanık bir televizyondan ve küçük bir radyodan tarihin yazılmasını sessizce takip ettik. Radyodaki spiker ''Kartal''ın aya inişini adım adım anlatırken, biz de bütün dikkatimizle dinliyorduk. Houston'daki NASA çalışanlarının sık sık verdikleri talimatları duyuyorduk. "Kartal kondu" sözünü işitince hepimiz zafer ve sevinç naraları attık. Sonra spiker anlatmaya devam etti. Neil Armstrong aya ilk ayak bastığı zaman "Bu benim için küçük, ama insanlık için dev bir adım" dediğinde 11 yaşındaki bir çocuk ve birçokları için bir kahraman olmuştu. Amerika'da benim kuşağımdan birine "Kartal kondu" veya "küçük bir adım" derseniz, neden bahsettiğinizi hemen anlar. Hayret vericiydi. Bir adam aya inmişti! Ayda yürüyordu! O gece uyku tutmadı. Dışarı çıktım ve aya baktım. Gözüme bir daha eskisi gibi gözükmedi. Neil Armstrong'un ölüm haberini çocuklarımla gittiğim müzeden çıkarken aldım. Utangaçtı, ama çok yetenekli bir utangaç. Efsane zaferi; onu kibirli, şımarık ya da milyarder yapmamıştı. Hollywood'dakiler gibi reklam ürünü değildi. O gerçekti. Gerçek bir kahramandı.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.