Su hayattır...

A -
A +

İstanbul'un gözden uzak semtlerinde artık yalnızca yoğurtçuların çıngırakları duyuluyor. O da belli belirsiz, çünkü yitip gidiyor kent karmaşasının doğal akışı içerisinde. Soğuk kış gecelerini çığlık çığlık ikiye bölen bozacılar var bir de, ama onların çıngırakları yok... Oysa eskiden, eski dediysek taş çatlasa şunun şurasında yüz yıl önce, İstanbulluların kulaklarından sucuların çıngırak, sesleri eksik olmazdı. 1950 yılında yitirdiğimiz ünlü şair Orhan Veli de İstanbul'u dinlemek için gözlerini kapattığında -ihtimal Rumelihisarı sırtlarında- o sesi duyduğunu söylüyor: "Uzaklarda çok uzaklarda/Sucuların hiç dinmeyen çıngırakları/İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı..." Şimdi Orhan Veli'nin de sucuların çıngıraklarının da yerinde yeller esiyor. Sözü nostalji düşkünlerine bıraksak "İstanbul'un yerinde yeller esiyor, siz durmuş neden bahsediyorsunuz..." diye tanımlayabilirler. 16. Yüzyıl'ın İstanbul hayranı gezginlerinden Nicolay nasıl anlatıyor İstanbul'un sucularını: "Saka denilen bazı insanlar çeşme ve sarnıçlardan doldurdukları deri su torbalarıyla bütün gün İstanbul sokaklarında dolaşırlar. Ellerinde güzel işlemeli pirinç taslarla isteyene su verirler. Üstelik suyu daha güzel ve daha iştahla içilir hale getirmek için tasın içine mercan, akik gibi taşları koyarlar. Ayrıca su içenin gözünün önünde bir ayna tutarak ve çeşitli dualar okuyarak bu dünyanın ölümlü olduğunu hatırlatırlar. Bu yardımları için para talep etmezler. Ancak para veren olursa alır ve teşekkür için, kalın kemerlerinde asılı duran torbadan gülsuyu dolu bir gülabdan çıkarıp para verenin yüzüne ve sakalına gülsuyu dökerler..." Batı'nın gezgini böyle gözlemlemiş İstanbul'un sucularını. Canı çektikçe bedava ve üstelik buz gibi su içmenin keyfini yaşamış İstanbul'da bulunduğu sürece. Sonra oturup hayranlığını, beğenisini kitaplara dökmüş, okunsun bilinsin diye... En büyük gezgin Evliya Çelebi iyidir, hoştur da, nasıl denir, biraz abartma huyu vardır. Bu nedenle "17. Yüzyıl ortalarında İstanbul'da 9.999 çeşme vardı" dediğine bakmayın siz. Ancak yine de unutmamak gerekir, İstanbul vaktiyle bir çeşmeler kentiydi. Üstelik, bilek kalınlığında gürül gürül su akan bu çeşmelerle yetinilmemiş ve işte, ortaya, suyu İstanbullunun ayağına, kapısına kadar götüren sakalar çıkmış. Evliya Çelebi'ye bakılırsa, aynı yüzyılda "Sakalar Loncası"ndan izin almış 1.400 atlı, 8.000 kadar da yaya saka varmış. Edmond de Amicis ise bizzat kulaklarıyla duyduğu "Krio nero..." haykırışlarından söz ediyor yazdığı kitapta. "Krio nero" Rumcada, hadi biraz değiştirelim, "Buz gibi soğuk su..." anlamına geliyor. Yani "Sakalar Loncası" içinde Rum da var, Ermeni de var, Türk de var. Hoşgörüye bakın ki, herkes kendi anadiliyle bağırarak su satabiliyor ve herkes birbirinin dilinden ne de güzel anlıyormuş...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.