Cemil Meriç'in Türk aydını hakkındaki kanaati: "Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı, iki kelimede düğümlenir; aldanmak ve aldatmak... Senaryoyu başkaları hazırlamıştı. Biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı. Ama bu ütopya sonuna kadar yaşanmadıkça, gerçeği görebilir miydik? Kalabalık, kayaya yapışmış bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor, sonra tekrar dalıyor derin uykusuna. Avrupa'yı tanımak, gaflet. Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek, hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli..."dir. Bu acı tespitten sonra idealini terennüm eder:"... Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi. Hakikat ve sevgi. Hafızasını kaybeden bu zavallı nesilleri biz mahvettik, bu cinayet hepimizin eseri, hepimizin yani aydınların..." Vaktiyle öğretmenler tanımıştım; hiçbir mukaddesi olmayan bu eğitim güruhuna, istikbalimizi oluşturacak nesillerimizi emanet edecektik. Oysa, normal şartlarda bu tiplere insan günahını emanet edemez! Eğitimin çarkları seneler senesi, bu şekilde çalışıp durdu. Artık ümit, yalnızca "imalat hatalarına" kalmıştı! Kendi milletine ve onun öz değerlerine düşman aydın tipi ile toplum nereye gidebilir? Onların hesaplarına göre; 1960'a gelindiğinde Türkiye'de Allah diyen kalmayacaktı! Ama, onca hesapçılıklarına rağmen, hesap edemedikleri bir husus vardı: Kadir-i Mutlak, nurdan zulmeti çıkardığı gibi, zulmetten de nuru çıkarabilirdi. Ve bunu hiçbir güç engelleyemezdi. Bu günleri görüp ne kadar şükretsek azdır.