Sevgili okuyucular; mübarek ramazan dolayısıyla siyasi yazılara ara verip, kültür dinamiklerimize yönelmek istiyorum. Bunlardan; edebiyatımızın zirve isimlerinden Üstad Necip Fazıl'ı, kısaca ve ana hatları ile sergilemek istiyorum. Zira, üzerimizde çok ama çok emeği olan Üstadımıza karşı borcumuzu bir nebze olsun ödemek zorundayız... Necip Fazıl, 1905 yılında İstanbul Çemberlitaş'ta dedesine ait büyük bir konakta doğdu. Dedesi Mehmet Hilmi Efendi Osmanlı bürokratlarından yüksek dereceli bir hukuk adamı idi. Sultan Abdülhamid'e yapılan suikastı gerçekleştiren Belçikalı terörist Edward Jorris ile onun avanesi olan yedi Ermeni'nin yargılanıp idam cezasına çarptırıldığı mahkemenin reisliğini yapmıştır. Ayrıca, bir hukuk abidesi olan 'Mecelle'nin yazı heyetinin içinde yer almıştır. Babası Fazıl Bey de bir hukuk adamı; çeşitli yerlerde savcılık ve en son olarak Kadıköy Hakimliğinde bulundu. Babası evin tek erkek çocuğu; bu yüzden hırçın, şımarık ve adı 'deli'ye çıkmış biri... Öyle ki, 18'ine geldiğinde; belki durulur diye evlendirilmeye kalkışılmış ama; onun bu hallerinden dolayı kimse kızını vermek istememiş. Neyse ki, bir dost aracılığı ile Aksaray tarafında oturan fakir, Girit muhaciri, anne ve ikisi erkek üç çocuktan mürekkep bir ailenin kızı olan, 15 yaşlarındaki Mediha Hanım'la evlendirilir. Konağın dahili hakimi (büyükanne) Zafer Hanım, kocasının mevkiinden dolayı mağrur ve kibirli, Batı özentili; yaşlanmaktan ve ölümden çok korkan, asabi ve evhamlı biri... Kibrinden dolayı gelinini konakta kabul etmiyor ve yakınlarda bir ev kiralayıp oturtturuyorlar. Mahcup, mazlum, sessiz, içine kapanık; çocuğundan (Necip Fazıl) başka bir şeyi olmayan ve her şeyden vazgeçmiş ruhuyla, varlığıyla konağın dışında tutulan bir annedir Mediha Hanım... Necip Fazıl, biricik anneciği için; 'Ne aldımsa, annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen, hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum' demişti. 1924 yılında, çok uzak diyarlarda gurbet yaşayan genç, hırçın ve bohem Necip Fazıl, 'Anneme Mektup' diyerek şu dizeleri yazacaktır: "Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye: Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim." Sene 1926; aynı derbeder hayat ve; 'Anneciğim' özleyişi ile yakarırcasına haykırışı: "Ak saçlı başını alıp eline, Kara hülyalara dal anneciğim! O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tül gibi sal anneciğim! Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var. Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim! Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim!.." Ve Üstad, vefat etmeden bir yıl evvel (1982) 'vadeler tamam!' diyerek; o eşsiz dizeleri ile son kez sesleniyor: "Anne girdin düşüme! Yorganın olsun duam, Mezarında üşüme! Anlamam, anlatamam; Düşen düştü peşime, Artık vadeler tamam."